12 Haziran 2008 Perşembe

AŞKIN GÜNGÖR Söyleşisi 2. Bölüm


Sevgili Aşkın Güngör… Uzun uzun yazmayayım işte… Sorularımı yanıtlamaya devam ediyor.

Daha sonra yine Alfa’da uzun zaman görev yapan Necattin Sinanç’la birlikte Galaksi Yayıncılık’ı kurdunuz sanırım.


Aslında hayır, o iş tam o şekilde olmadı, genel bir yanılgı bu. Pekçok kişi beni Galaksi’nin sahiplerinden biri olarak algılamış olmalı ki pekçok yerde bu şekilde yazıldığını gördüm, ama yanlış tabii. Galaksi Yayıncılık’ı Necattin Sinanç kurmuştu. Benden bir yıl kadar sonra Alfa’dan ayrılmış, sonra da yayın işine girmişti. Büyük hayalleri vardı —sektörde büyümek, köklü bir kuruluş olabilmek gibi.

Dünya kadar telif ücreti vererek Tex’in yayın hakkını almıştı, ama her nedense aracı firmanın verdiği sayılar baştan başlamıyordu. Tex Willer’ın baş düşmanlarından Zenda’yla olan bir macerasıydı bu ve giriş bölümü yoktu. Düşünsene, yeni bir yayınevi kurmuşsun, Tex’i “No:1” diyerek yayınlayacaksın, ama macera uzunca bir özetle başlayacak. Olur iş değil!

O zaman Necattin’e çok dil döktüm. “Yapma etme,” diye. “Bastır biraz, bu maceranın başını da getirt,” diye, ama ne haltsa, aracı firma o başlangıç sayısını Tex’i hiç yayınlamamış ve yayınlamaktan da vazgeçmiş olan başka bir markaya sattığını, veremeyeceğini söylemiş. “O zaman,” dedim, “sen de bu macerayı es geç. Bundan sonra başlayan macerayla yap girişi.” Ne var ki Necattin o fikre de sıcak bakmadı. Kısıtlı parası vardı ve bu parayı da o sayılara yatırmıştı. “Bunları yayınlamazsam zararımı karşılayamam,” dedi. Eh, sonuçta para da yatırım da onundu ve istediğini yaptı, ama Galaksi’nin premature doğmasına neden oldu bu. Zaten hacimine göre pahalı satmak zorundaydı. Alımı ciddi oranda etkiliyordu bu ve başka teknik sorunlar da doğuruyordu tabii —misal, olması gerektiğinden daha ince yayınlandığı için orjinal kapaklar Galaksi’nin yayınladığı seride yetmedi. Ben profesyonel olarak çalıştığım iş nedeniyle kapak çizmeye zaman bulamıyordum. Profesyonel kapak çizerleriyle görüştük o zaman. Astronomik rakamlar istediler —en azından Necattin’in rahatlıkla verebileceği rakamlar değildi bunlar. Sevgili Ali Düzgün’ün sağlam çizgisine devrettik o zaman işi. Ali zaten hevesliydi. Çok uygun fiyatlara birkaç kapak hazırladı, ama o cüzi miktarları bile temin etmekte zorluk çekti Necattin. Çünkü Galaksi gemisi ciddi şekilde su almaya başlamıştı. Ben ilk sayıdan son sayıya dek redaksiyonunu ve kaligrafisini yaptım Tex’in Galaksi’de —bir kuruş da para almadım; çünkü sevdiğim, âşık olduğum bir işti bu ve Necattin’e de yardımcı olabilmeyi çok istiyordum. Ayrıca okur sayfaları ile Estarabim diye bir köşe yazdım. Yine mizah ağırlıklıydı dilim ve eleştiriler de geldi tabii. Çünkü Tex’in okuru Conan ya da Punisher’ın okuru gibi değildi. Daha oturaklı, daha ağırbaşlı, daha ciddi bir eserdi arzuladıkları. Biz onların beklentisine uymaya çalışana dek Necattin tükendi. Bir sabah iş yerime gelerek bu işin bittiğini, sıfırı tükettiğini söyledi. Memleketteki dağıtım ağının nasıl mafyavari bir düzenle iş gördüğünden dem vurdu. Buna Alfa’dayken bizzat şahit olmuştum, ama sabunun çapı küçükse erimenin çok daha hızlı olacağını da öğrenmiş oldum böylece. Neyse… Çok acıdır ki Necattin Sinanç kısa süren yayıncılık yaşamını tamamladığında geride hiçbir şey kalmamıştı. Ailesini memleketine, babasının yanına götürmek istiyor ve otobüs parası arıyordu. Birkaç eski arkadaşı aramızda para toplayıp karşıladık o rakamı ve Galaksi böylece öldü. Bu memlekette çizgi romandan medet ummak böyle birşeydi işte.

Darkwood ilişkisi… Vardı diye hatırlıyorum… O ne kazandırdı size? Dahası Darkwood Türkiye’ye ne kazandırdı? Olmayan ve gelişmeyen çizgi roman sektörümüzün “kültür dergisiydi” Darkwood. Bugün benzer kültür dergileri raflarda yerlerini almış durumdalar. Darkwood’un bunları besleyen bir alt yapı kurduğunu söyleyebilir miyiz?

Bak, bu ülkede yıllar sonra bir gün bir aklıevvel çıkar da çizgi romancılığımızın tarihini yazmaya soyunursa, o derlemede Darkwood muhakkak yer bulur. Bulmak zorundadır. Aksi olamaz! Ama emin ol, o derlemede Darkwood’a can veren pek çok isim yer al(a)mayacaktır; usta hamlelerle, kaba uçlu silgilerle silinmişlerdir çünkü.

Ne demeye mi çalışıyorum?
Şöyle açmaya çalışayım:

Darkwood’u bir avuç insan son derece amatör duygularla hayata geçirdik. Şehzadebaşı’nın meşhur Çınaraltı’ndaki köhne masalarda toplanır, ortada daha bir isim bile yokken fikir alışverişinde bulunurduk. “Ne yapalım? Nasıl yapalım? Formatımız ne olsun? Adımız ne olsun? Vb.” Sonunda ilk sayımızı bastırabildik. Elimize aldık. Hem gururlandık, hem baskıya yansıyan hatalarımızı irdeledik, ama mutluyduk. Büyük keyifti el ele verip ortaya somut bir şey koymak. Ne var ki daha ilk sayıdan sonra fireler başladı. İlk önce Metin Demirhan Hakan Alpin’le yaşadığı bir takım şahsi sürtüşmeler nedeniyle projeden çekildi —ilk sayıda kısa bir çizgi öyküyle yer alan bir Darkwood’cu olarak kaldı böylece. Diğer tayfa yola devam ettik tabii. Kimler mi? Ben, Hakan Alpin, Hüsnü Çoruk, Ayhan Öztürk, Ali Düzgün, logomuzu da çizmiş olan Kadir Ertan Sevgi, Kenan Kablan, Zeynep Akkuş, Habip Faysal Kemerizlioğlu, Kemal Kulaoğlu ve belki yine adını hatırlayamadığım birkaç kişi daha. Herkes elinden geldiği oranda maddi ya da manevi destek vermeye çabalıyordu. Ben mesela, yazı çiziyle sunmaya çalıştığım katkının yanında, yetişebildiğimce kaligrafileri yapıyor, bütün bunlardan sonra sayfaların baskıya hazırlanması aşamasında aktif görev alıyordum. Geceyarılarına kadar sayfa montajı yaptığımı bilirim. Sonra ne mi oldu? 1996 Kasımında askere gittim. Bir buçuk yıl sonra döndüğümde ortada Darkwood yoktu. Yok, aslında yanlış oldu. “Darkwood vardı da o gemiye yön veren isimlerden kimse kalmamıştı” desem daha doğru olacak. Benim bildiğim tüm isimler —muhakkak ki bir ikisi hariç— Hakan Alpin’le yaşadıklarını söyledikleri sürtüşmeler nedeniyle ekipten uzaklaşmıştı. Başka, tanımadığım, bilmediğim başka bir ekip yol alıyordu denizde. Ayrı ayrı hemen hepsiyle konuştum eski kadronun. Ahmet Mehmet’i Mehmet Ahmet’i suçluyordu ve işin kötüsü, sadece ortak çabalar değil, varsaydığım dostluklar da rafa kaldırılmıştı. Kötü bir çözülme olmuştu anlayacağın. Gel zaman git zaman benim şevkim de dibe vurdu. Usulca kopuverdim Darkwood’dan. Sonra bir gün, sayılardan birinin ön sözünde şöyle yazdığını gördüm dostum Hakan Alpin’in: Arasında eski kadrodan hiç kimsenin —ve tabii ki benim— yer almadığım bir teşekkür metni kaleme almış, dergiye sonradan dahil olan bir yığın insana ayrı ayrı teşekkür etmiş, yazısını da şu cümleyle bitrmişti: “Keşke başka arkadaşlar da kendilerini iptal etmemiş olsalardı!” İlk okuduğumda dokunmuştu. Vefasızlık olarak addetmiştim bunu, ama zaman her acıya kabuk bağlatıyor. Hâlâ aklıma geldikçe usulca sızlasa da kalbimin kenarı, artık o kadar üstünde durmuyorum. Çünkü herkes kendi penceresinin izin verdiği açıyı görebiliyor ve algılar da farklı birbirinden. Demek Hakan o dergiye hiçbir şey katmadığımıza bu kadar emin ki o sözleri sarfedebiliyor. Eh, bir adım geride durup kabullenmek düşer bize de. Bu saaten sonra kimsenin hayata bakışını kendi paralelliğimize çekmeye çalışacak halimiz yok yani.

Çizgi romandan bir kopma gerçekleşti galiba zaman içinde. Bunun sebebi neydi? Çizgi roman mı küstürdü sizi, farklı arayışlar mı baş gösterdi? Sonuçta yaş ilerliyor ve kişi, hele de yetenekli kişi kendini farklı alanlarda sınamak istiyor. Yazarlık veya grafikerlik merakı bu sırada mı başladı yoksa araya okul mu girdi?

Aslında az önce söz ettiğim Darkwood’lu günlerimin sonlarına doğru bende çizgiye karşı bir kopuş başlamıştı zaten. Kendimi bildim bileli yazıyla içli dışlıydım ve işin aslı çizgide olduğumdan daha başarılı buluyordum kendimi. Ayrıca, röportajın başlarında da söyledim ya, çizgi roman ressamlığı sanıldığının aksine çalışkan insanların işi —en azından sabırlı insanların. Benim aklımdaysa anlatılmak için yalvaran onlarca öykü fink atıyordu. Bak, ayrıntıdır, ama söyleyeyim: Darkwood için Gardiyan diye bir öykü çizmiştim. Sanırım 6. sayıda yayınlanmıştı. “Tamamlanmamış Hayaller Ülkesi Hikâyeleri” üst başlığını taşıyordu. Fantastik kısa öykülerden oluşan bir seri yapmayı tasarlıyordum, ama ne olduysa oldu, masa başında oturmuş, aynı serinin 7. sayıda yayınlanacak “Buz” adlı öyküsünü çiziyordum ki bir esin geldi —belki sen “Şeytan dürtmüş” dersin. Çizdiğim sayfaya bakakalmış, asıl derdimin ne olduğunu sorgularken buldum kendimi. En harlı arzum öykülerimi anlatabilmekti —hani şu aklımda fink atanları. Çizerek bu işi yapabilmem çok —hem de pek çok— zaman alacaktı, ama beklemiyordu öyküler. Kalemi bıraktım elimden, bir daha da alamadım. O öykü birkaç sayfası çizilmiş olarak yarım kaldı. Aslında tam da “Tamamlanmamış Hayaller Ülkesi Hikâyeleri”ne uygun bir final. Sonra kendimi bildim bileli yazdığım öykülere, şiirlere geri döndüm. Çeşitli öykü ve roman yarışmalarından ödüller aldıkça daha yoğun bir şevk sardı beni. Bir daha da durmadım —Allah durdurmasın. Görsel Tasarım işiyse, aslını ararsan, tüm bu değindiğimiz dallardan beslenmiş olmalı yıllar yılı —ya da belki içinde yer alan her olgu bir şekilde birbirini besliyor. Mesela yazı dilimin canlı olduğunu söyler kimileri —aktardığım sahnelerin akıllarında sahne sahne belirdiğini ve hatta bir film izlemiş gibi olduklarını. Bu çizgi romanlarla içli dışlı olmamdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla Görsel Tasarım da aynı kaynaktan besleniyor olmalı. Yıllar yılı belirli orantılarla kotarılmış sahneleri inceledikten, hele de çizdikten sonra bir görsel çizgin oluşuyor. Orantısal bir bakış geliştiriyorsun. Sonrası da ürün vermeye çalıştığın alanı özümsemenle gelişiyor zaten. En “baba” grafiker geçinenlerin “Altın Oran” diye birşeyden haberi olmadığını görüyorum güzel ülkemde; oysa sen çizgi romanlarla ve edebiyatla beslendiysen diğerlerine oranla daha donanımlı olabiliyorsun.

Ve roman yazma ve editörlük günleri… Hangisi önce hangisi sonra ve bu arada neler yapıldı daha başka?

Roman yazmak bu sıralamanın en başında. Onlarca öyküden sonra yazdığım ilk roman fantastik bir gençlik kitabı olan Düşler Diyarı —yıl 1996. Yayınevinin yazın yarışmasında derece aldıktan sonra basılan bir eser o. İlk gözağrım bir anlamda. Sonra, 2003’te, bilim kurgu romanları olan Gohor-Cam Kent ile Gohor-Kurtlar Yolu —ki, bir aksilik olmazsa İspanyolca olarak basılacaklar kısa süre içinde. Sonra gerçek yaşamdan kesitler sunan ‘Ay’kolik. Tüm bu romanlardan önce, 1993’te yayınlanan şiir kitabı var bir de: Ben Bir Kediyim. Arada öykülerimin yayınlandığı onlarca dergi ile iki bilim kurgu antolojisi de var unutmamam gereken. Henüz basılmamış olan çalışmaları eklemiyorum tabii bu listeye.

Şimdilerde çizgi romanla aramız nasıl? En çok neler okuyoruz, neleri özlüyoruz, neleri “neden” merak ediyoruz?

Şimdilerde okurum sadece ve pek de sektöre sadık değilim açıkçası. Bir Atlantis-Martin Mystere ile Asteriks tutkunu ve koleksiyoneriyim hâlâ —daha alt derecelerde de olsa Red Kit, TenTen, Mister No, Dylan Dog, Mini Ringo ve Alaska-Ken Parker da var bu listede. 1980 yılların Milliyet Çocuk ve Yaman Çocuk ciltleri kütüphanemde durur ve zaman zaman çıkarır göz atarım, ama ne yalan söyleyeyim, çocukluğumda duyduğum kokuyu alamıyorum artık —belki zaman zaman, bir kibritin o ilk parlayış anı gibi kısacık, geliyor o tatlı koku burnuma, ama hepsi o. Yoksa artık karelerin içine sığamıyorum, giremiyorum, gizlenemiyorum, çizgiye dönüşemiyorum. Üstlerine gözlerim değiyor ancak. Yine de elime geçen çizgi romanları keyifle okumama da engel değil bu.

Dünün çizgi romanıyla, okuruyla, koşullarıyla bugünkü arasında farklılıklar var mıdır, sizce nelerdir?

Var elbet. Biz sadık okurlardık. Görselliği en aza indirgenmiş sayfalarda kaybolur, kahramanımızı da kitabımızı da aşkla severdik. Şimdi o aşkı göremiyorum. O zamanlarda bizim abartısız “hazine” olarak niteleyeceğimiz kalitede basılan çizgi romanlarla dolu piyasa, ama o eski rüzgâr esmiyor. Şimdinin gençlerinin, çocuklarının elinde ben çizgi roman görmüyorum. Muhakkak vardır, ama ben görmüyorum. Bilgisayar oyunlarının, korsan film CD’lerinin zirvede olduğu bir çağ bu. Çoğunluk gözlerinin önünde akan görüntüyle yetiniyor, o görüntünün içine girip iki boyutlu kahramanına kendi zihninde yeni boyutlar ekleme zahmetinde olanlar haz alıyor hızla.

Çizerliğe veya çizgi roman yazarlığına meraklı gençlerin çizgi roman alanında iş üretememesini nasıl buluyorsunuz? Koşullar mı zorlaştı yoksa her alanda olduğu gibi çizgi romancılarda da bir rehavet, bir “koşmasam bana gelse”cilik mi hakim? Ya da şöyle açayım soruyu: Eskiden kopya veya birebir taklit çizgilerle üretilen; kalitesi tartışılır, cesur diye niteleyebileceğimiz dergiler olurdu. Yayınevleri bu işleri basar, okuyucuyla paylaşırdı. İşin ilginç tarafı bunların kalitesi tartışılır da olsa basılmış olması takdire şayandır. Bugün yenilerinin ve hatta kalitelilerinin basılmamasının sebebi nedir sizce? Üstüne üstlük bugün animasyon veya grafik veya güzel sanatlar eğitimi de artmış, çizim teknikleri, malzeme ve olanakları artmış bulunuyor. Bu bollukta çizer veya çizgi roman çıkmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslını ararsan, “koşmasam da bana gelse” beklentisi her zaman ve yeteneğine inanan her çizerde vardır, ama şüphesiz ki ortaya eser koyabilmenin şartı çalışmak ve sabırdır. Yine de söylemeliyim: Ortaya koyacağı emeğin hak ettiği değerle ele alınmayacağına inanan birine üretim yaptıramazsın. Bu ülkede çizgi roman üretimini teşvik edecek, genç çizerlerin dâhil olmak isteyeceği bir organizasyon bulunsa —yahu çok değil, Amerika’dakinin 10’da 1’i ölçeğinde bulunsa— çizgi roman bir sektör halini alsa durum çok daha farklı bir hal alırdı. Çünkü bu ülke akıl almaz yetenekteki çizerlerle dolu. Biraz yabancı diline güvenen ve bu işi yapmak isteyenler yurt dışına açılıyor, onu yapacak donanımda olmayanlar kendi içine kapanıp başka sektörlere akıyor.

Paralı iş olarak grafikerliği tercih eden, kitaplara vinyet çizerek mesleğini icra eden yetenekli kişiler neden çizgi romana yönelmiyorlar sizce? Hani sanatsal çalışmalarda özverinin büyük bir “şart” olduğunu düşünürsek çizerlerin içinde sanatçı olma isteği mi yok, çizgi roman için fazladan zaman ayırmaya gerek mi duymuyorlar? Yoksa grafikerlik ve diğer işlerle uğraşmak çizerleri çok mu yoruyordur?

Çünkü karınlarının doymayacağına inanıyorlar. O sektörde de ciddi yetenek sahibi insanlar var aslını ararsan, ama ürettiklerinin yayınlanacağı garantisini almayan hiçbir çizer tüm mesaisini çizgi roman çizmeye ayırmaz! Ayıramaz! Bak, misal, bilmem bilir misin, Bahadır Barış Özsoy adında, zehir gibi bir çocuk var o sektörde. Çizgi romana da tutkun, ama üretme aşamasına geçemiyor, çünkü kirasını ödemek, eğitimini tamamlamak ve karnını doyurmak için para kazanmak durumunda. Benzer durumda ve yetenekte olan Gökçe Akgül var gene, Kadir Ertan Sevgi var, var oğlu var. Yeter ki o söz ettiğim çizgi roman sektörü çıksın ortaya.

Akademiler bu bağlamda hiç mi yönlendirici, özendirici, amaç edindirici olamıyorlar? Yoksa ne? Geçim derdi denince akan sular duruyor mu?

Bence duruyor. Akademiler de akademisyenler de gerçek hayatın tam göbeğine düşmüyor o anlamda. Orada başka bir savaş sürüyor —ayakta kalma savaşı. Ben bu açıdan baktıkça kimseye “Neden çizgi roman üretmiyorsun keardeşim?” diyemiyorum.

Her alanda çok hızlı gelişen ve gelişimleri sindiremeden değişen bir ülkenin çizgi romanı neden gelişemiyor ve değişemiyor?

Garip bir özelliğimiz var milletçe: Başarılı olanı hazmedemiyoruz nedense. İstiyoruz ki yanımıza insin yukarı çıkan kişi; çamurdaysak, bizim gibi çamurda debelensin. Onun için bizim eleştirilerimiz yapıcı değildir hiç. Genellikle olabildiğince kırıcı, can acıtıcıyızdır ve acayip de başarılıyızdır bu işte. Ortaya konan özenli, emek verilmiş bir işi aklı başında biri çıkıp da değerlendirene kadar onlarca bed ses yükselir. Ortaya konulanı karalar, kendileri ortaya tek satır koy(a)mamış olsa da üreteni küçümsemekten, aşağılamaktan garip bir haz duyar o bed sesin sahipleri. Bu sadece çizgi romanda değil, hayatımızın hemen her alanında geçerli ve yazılmamış bir kuraldır. Hal böyleyken, bu zihniyet hüküm sürmekteyken… Ya, belki de fazla karamsar oluyor değerlendirmelerim. Şimdi durup da düşününce öyle geldi birden… Neyse… Soruna kocaman bir soru işareti ekleyerek es geçeyim bundan sonrasını.

Onlardan çok da büyük olmamakla birlikte kariyer olarak çok daha ileride olan Aşkın Güngör genç arkadaşlara ne önerir? Çocuk dergileri, mizah dergileri, bazı gençlik dergileri çizgi romana kol kanat germiş durumdalar. Buralardan başlayarak veya buralardan ilerleyerek özel çalışmalara ulaşılabilir mi?

Hayatta her şey olası, her şey —Orhan Pamuk Nobel adı ya, daha ne olsun. Genç çizerlere, yazarlara ve hatta sınırlandırmadan tüm gençlere önereceğim şey, kalplerini yönelttikleri istikamette sarsılmadan yürümelerine olanak verecek yetiye ulaşmak için çalışmalarıdır. Ondan sonra da çalışmalarıdır. Ve en son söyleyeceğim şey hiç çalışmamış gibi gene çalışmalarıdır. Kendilerine güven duymak için “bilmeleri” gerekir, bunun için de “öğrenmeleri”. Öğrenmek için de elbet ki çalışmak, çalışmak, çalışmak gerekir. Aksi halde kocaman iddiaların ardına sığınan, ama kendine karşı duyduğu acziyet nedeniyle bir arpa boyu yol gidemeyen ihtiyar adamlar sürüsüne dahil olacaklardır ki en kötüsü o.

Bir editör, grafiker, yazar, çizer olarak gençlere neler önerirsiniz?

Hayallerini gerçek etmek için çabalamasını öneririm herkese —ki kendime önerdiğim de budur hep. Zırhlarını kuşanıp atlarına binmelerini öneririm bir de —yeldeğirmenlerine karşı savaşacak olsalar bile şövalye olmayı öğrenmelerini de.

Aslında, sevgili Ümit, senin gibi koca kalpli bir palyaço olup şövalye gibi yaşamalarını önerirdim ben gençlere. Konuyu can evinden vuran soruların ve ilgin için çok teşekkür ederim.

Ümit Kireççi

2 yorum:

Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) dedi ki...

1- Şimdiye kadar blogda okuduğum en iyi, en etkileyici, en anlamlı, en dolu söyleşi için gerek Aşkın Güngör’e, gerek Ümit Kireççi’ye ayrı ayrı teşekkür ederim.

Birlikte gerçekten güzel bir yazı (söyleşi) dizisi hazırlamışsınız.

Okurken müthiş keyif aldım. Tebrikler…

Oğuz Özteker (8 Haziran 2007)

2- Umit Kireççi’nin güzel soruları, Aşkın Güngör’ün deneyimlerinden ve birikiminden süzülüp gelen yetkin yanıtları biraraya gelince oldukça zengin içerikli bir söyleşi olmuş. Hem sıkılmadan okudum hem de yararlandım.
İkisine de teşekkürler…

Aysel Gürmen (11 Haziran 2007)

3- Iste… Soyledim ya once de… Hay allah… Simdi birde Kirecciye sevgi beslemeye basladim:))))
İkisininde aklina sağlık.

Zülal Ayrancıboy (11 Haziran 2007)

4- saygılar:D:d

Bıdık (Hehe) (11 Ağustos 2007)

Aşkın Güngör dedi ki...

Sahsi sitemde de yer alan ve eski CROP sitemizde yer verdigin bu roportaji bu platforma da tasimana cok sevindim sevgili Umit. Ozelden yazarak hakkimda bilgi isteyenleri bu roportaja yonlendiriyordum. Bu guncel alanda yer almasi gurur verici...

Tesekkurler . . .

Linkler

Related Posts with Thumbnails