11 Haziran 2008 Çarşamba

Aşkın Güngör Söyleşisi

Yaptığımız söyleşiler adeta belgesele dönüşmeye başladı demiştim bir ara. Haklıymışım galiba :) İşte iki bölümlük Aşkın Güngör söyleşisinin bilinmeyenlere ışık tutuşu burada. Ve galiba devamı gelecek:

Aşkın Güngör merhaba, aslında çizgi roman konuşma amacındayım ama… Karşımda çok yönlü genç bir adam bulunca konuyu genişletmek istiyorum izninizle. Fantastik ve bilim kurgu edebiyatı yazarı, çizer, grafiker, okuyucu, editör, radyo tiyatrosu yazarı, çizgi roman yayınları editörü… Belki de bir çok gencin olmak istediği veya denemek istediği bir çok alanda ürün vermiş bir sanatçı, yetenekli ve cesur bir kişi olarak konuyu gençler ve dar piyasa çizgi roman eksenine kaydırabilir miyiz?

Sevgili Ümit, çok teşekkür ederim övgülü sözlerin için, ama benim aynam seninki kadar parlamıyor suretimi gösterirken, evvela bunu belirteyim. Şimdi sıraladıklarını zihnimde tartarken “Uh!” diyorum, ama işin başka bir boyutu da var: Arayış! Ve o “arayış”ın seni ittiği yol…

Böyle söyleyince fazlasıyla “kaderci” mi görünüyor sözlerim, bilmem. Yok, kader ve seçtiğimiz yol felsefelerine de girmeyeceğim; evrenin —ya da Yaratıcı’mızın— bir şekilde seçimlerimize uygun yollar döşediğini, ama o yolu yürüyecek iradeyi de yönlendirmemiz gerektiğine inanıyorum ben. Klasik Büyük Kader – Küçük Kader denkleminin savunucusu biriyim o anlamda. Eh, çizgi roman da bu ikilemin doğurduğu bir çocuk benim için.

Demem o ki, buyrun, kaydıralım konuyu. Dinliyorum.

Kimdir Aşkın Güngör, yaşı kaç, eğitimi ne, halen ne işle meşgul, evli mi bekar mı? Önce bunları konuşsak. Bugünden geriye doğru açılmak daha yararlı olabilir. Son halinden, onu bu bugünkü kişi yapan eski günlere ve deneyimlere yola çıkmış oluruz yavaştan.

Geri çekilip dışardan bakıyorum kendime. O zaman yineliyorum aynı soruyu: Kimdir Aşkın Güngör? Böyle yapınca daha objektif olabilirmişim gibi geliyor. Peki, deneyelim anlatmayı dışardan bakarak:

Aşkın Güngör yükseleni Kova olan bir İkizler Burcu üyesi olarak 1972 Haziranında İstanbul’da doğdu. Hadi, konu konuyu açsın; neden Zodyak yardımıyla mı tanımlıyorum kendimi? Basit aslında. Az çok burç özellikleriyle haşır neşir olanlar bu tanımlamamdan sonra şöyle diyor: “Haa, İkizler nedeniyle o kadar farklı alanlarda yetenek sergileyebiliyorsuuun ve Kova nedeniyle de bu kadar tembelsiiiin.”

İşte buyum biraz ben: Üretken ve tembel.

Kendimi bildim bileli el sanatlarında mahirdim, ya da hadi ukalalık diye algalanmasın diye “elim iş tutardı” diyeyim, ama “bunların kaçında ses getirecek işler yaptım” dediğimde durum değişiyor —yazı girişinde asılı duran o aynadaki parlaklığı bu nedenle göremiyorum zaten. Henüz okuma yazma bilmeyen bir çocukken resimlerle kendimi anlatmaya bayılırdım —Burada da “bayılırmışım” demeliyim belki, çünkü başta anneannem olmak üzere, ebeveynlerim tarafından yıllar sonra bana aktarılanlara değineceğim:

Yaşım üç ila dörtmüş. Bir kâğıda, misal, uçak çizer, sonra da o uçak ve içindeki yolcuların başından geçenleri anlatırmışım uzun uzun. Ne hikmetse hep şimdi “fantastik” diyebileceğim öyküler olurmuş bunlar —ya da belki de doğal olan buydu, bilemiyorum, çocukların düş gücü sınırsızdır, kabul edersin ki. Uçak aslında uçakmış da gene de değilmiş; doğurabiliyor ve üstünde beliren beneklerle besleniyormuş. İyiymiş, ama biraz da kötü; çünkü yolcuları taşıyor, ama onları inmek istedikleri yere götürmüyormuş; herbirini çok sevdiğinden ayrılmak istemiyormuş çünkü. Sonra peşine uçan daireler takılıyor ve uçak çok sevdiği yolcuları korumak için kötü kalpli uzaylılarla çarpışıyormuş… Vs. Vs. Okuma ve yazmayı çözdüğüm andan sonra anlattığım öyküler çizgi romanlara dönmüştü. Çizgili defterlere bir zaman gezgininin öykülerini çiziyordum —yaşım yedi. Kahramanım —şimdi fark ediyorum ki— o zamanın fenomen dergisi Gırgır’da yer alan Muhlis Bey’den esintiler taşıyordu, ama işin içinde çok nahif de olsa bilim kurgu ve fantastik vardı gene. Demem o ki oldum olası geleceğe ve gizeme tutkun biri oldum ben, ama derdim hepsinden öte, “anlayabilmek” ve anladığımı “anlatabilmek” oldu. Biraz da o nedenle, sistemle değil de sistemin beni ileteceği yolla ilgilendim üretme aşamasında. Bu nedenle kâh çizgi roman çizmeye koyuldum, kâh roman yazmaya. Öğretilmeyi sevmiyorum —bunu açmalıyım ara konu gibi, çünkü buradan eğitimime geçeceğim— evet, hiç sevmiyorum hem de. Dikte edilenleri “öğrenme” kapasitemle, arzu ettiğimi “öğrenme” kapasitem arasında ciddi fark var. İlgi duymalıyım, merak etmeliyim, öğrenmeyi arzulamalıyım konuyu. Diğer türlü fazla yeknesak ilerliyor “öğrenim” sürecim. Eh, güzel ülkemizin eğitim müfredatının da hangi zihniyetle hazırlandığını göz önüne alırsan ne demeye çalıştığımı anlarsın. Başarılı sayılabilecek bir öğrenciydim, ama tutkulu değildim öğrenim hayatım boyunca. Sultanahmet Meslek Lisesinde Döküm Teknikerliği bölümünden mezun oldum, Bilecik M. Y. Okulunda Seramik okumaya gittim, baktım olacak gibi değil, çıkışımı verip Alfa’ya geçtim. Hiç de sevmediğim İşletme’yle cebelleştim sonra Açıköğretim Fakültesinde, ama merkezimde kendimi “eğitmek” ilk sırada yer aldı hep —eh, çok da mutluyum durumdan Allah’a şükür.

Ve evliyim, evet. Askerliği de geç yaptım, evlliği de. 2005 Mayısında evlendim eşim Anita’yla ­—yazın aşamalarımda da sağlam katkılarını gördüğümü belirtmeliyim bu arada. Sağlam tespitleri var ve hiç ummadık bir ayrıntıya dikkatimi çekebiliyor. Seviyorum bu huyunu. Yine de onun için “üretken ve tembel” bir adamla evli olmanın güç olduğunu da sezinliyorum. Sevgili ağabeyim yazar Bilgin Adalı şöyle demişti bir keresinde: “Bir yazarla evli olmak zor iştir. Çünkü yazar, mesaisinin çoğunu yazıya ayırır. O nedenle, Aşkın, Tanrı sabır versin eşine.” Haklı.

İlk yıllara bakarsak, genç Aşkın Güngör ne olmak istiyordu ve bunun için neler yapmıştı?

O güzel zamanlarda çizgi roman ressamlığı en büyük hayalimdi tabii, çünkü kareler arasında nefes alıyordum, abartısız.

Düşünsene; tombul, hayalgücü zengin bir veletsin ve bu dünyada çizgi roman diye bir şey var! Karelere bölünmüş bir hayat! O karelerin arasında kahramansın, kovalayansın, kaçansın; Zagor’sun, Mandrake’sin, Tom Miks’sin, Tom Braks’sın, Kızılmaske’sin, Rakar’sın! Yahu, hadi Süperman olmayı da bırak, Clark Kent’sin, Peter Parker’sın! Ne istersin daha?

Ben zar zor biriktirdiğim harçlığımı cebime kor, tek katlı gecekondumuzun alçacık penceresinden avluya atlar, Tercüman Çocuk veya Milliyet Çocuk almaya kaçardım ailem uykuya yatmaya hazırlanırken —annem fazla okuduğum için kızardı çünkü. Düşünsene; başka anneler çocuklarının okumamasından yakınırken ben “fazla okuduğum” için engellenmeye çalışılırdım. Komik geliyor şimdi. Kâğıdın o inanılmaz, o enfes kokusuna başını gömerek kareden kareye zıplamak; abartısız ve kesinlikle yenilmez bir kahraman olmak çizgi romanlarla mümkündü, sen de bilirsin ve o keyif başka hiçbir şeyde yoktu. Olmadı da.

Sözün özü, dedim ya, çizerlikle geçinmek arzusuyla yanıp kavruluyordum. Akşam oturmasına gelen akraba tayfası vardır ya, onlar sorardı arada, “Ne olacaksın?” diye. “Çizgi roman çizeceğim,” derdim. Saçımı sıvazlar, güler ve “Yok, yok,” derlerdi, “Ne iş yapacaksın?” Onlar için çizerlik meslek değildi tabii, karnımı ne şekilde doyuracağımı merak ederlerdi. İlk zamanlar ısrar ederdim çizerlikte, ama baktım ki, Aysel ya da Veysel, soruyu soran kim olursa olsun verdikleri karşılık aynı. Ondan sonra da yamıtlamaz olmuştum bu soruyu. İşin acısı, haklı çıkmaları oldu belki —en azından Türkiye şartlarında.

Peki bu çabalar meyvesini vermiş miydi? Acaba ulaşılan nokta bugün de ulaşılabilir bir nokta mıdır, yoksa çizgi roman piyasasında değişim vardır da imkanlar değişmiş midir?

Klasik bir söylem olacak, ama söyleyeceğim gene de: Türkiye’de çizgi roman ressamlığıyla geçinecek babayiğit tanımıyorum! Yok öyle bir şey! Bu benim Alfa ve Galaksi’de yer aldığım 90’lı yıllarda da böyleydi, bugün de böyle. Ha, Kenan Yarar gibi, Bülent Üstün gibi, Galip Tekin gibi —ya da mizahi dergilerde yer bulan başka yetenekli isimler gibi— istisnalar var belki, ama onların yaptığı da benim anladığım ve kabullendiğim anlamda çizgi roman üretimi değil, daha çok çizgi öykü. “Başarılılar mı?” dersen, evet, genellikle çok başarılılar, ama onların da Türkiye’deki Çizgi Roman algısına fazla olumlu katkılar yapabildiğine inanmıyorum. Bunun kaliteli öykü ya da çizgi üretmekle ilgisi yok; bir algılama sorunu bu —ya da ne bileyim, belki bir kabullenme sorunu.

Bu ülkede Bülent Arabacıoğlu diye bir çizer var. En Kahraman Rıdvan’ı çizmiş, TipiTip’iyle ekol olmuş yetenekli mi yetenekli bir adam bu… Hani, nerede En Kahraman Rıdvan albümleri, TipiTip albümleri? Kimleri sayabiliyoruz bugün Türk Çizgi Romancılığı denince? Suat Yalaz’ı, Sezgin Burak’ı. Başka? Ali Recan’ı belki —ki Yüzbaşı Volkan’ın babasıdır. Var mı sonrası? Ben bugün bir çırpıda adını sayamadığımız onlarca yetenekli adamın bu işle zamanın çeşitli noktalarında ilgilendiğini biliyorum, ama o kadar. Yetkin bir Türk Çizgi Romanı Tarihi yazmaya kalksan yüzlerce isim yer alır, ama maddeleri alt alta dizip de ortaya çıkan külliyata baktığında “Ah!” edersin —acınacak kadar cılızdır çünkü.

Bak, aklıma geldi, konu konuyu açıyor; yıllarca Yüzbaşı Volkan’ı küçümsedik çizgi işiyle ilgilenenler. Dedik ki, “Fotokopiyle, antiskopla üretiliyor, böyle iş mi olur?” Ama şimdi bakıyorum ve “İyi ki Yüzbaşı Volkan var,” diyorum. Başka bir güncel Türk çizgi roman kahramanı yok çünkü. Ne acı!
Alfalı yıllar. Kimlerle çalışılmıştı, bu çalışmalardan ne kazanımlar oldu, hangi dergilerde neler yapıldı?

İki aşamalıydı benim Alfa maceram, ama konuya girmeden izin verirsen haklının hakkını teslim edelim: Alfa çizgi roman yayıncılığından daha ötede bir misyon üstlenmişti. Okur çizimlerine yer veriyor, muhatap alarak mektuplarını yanıtlıyor, çeşitli zamanlarda gerçekleştirdiği çizim yarışmalarıyla yetenekli gençleri teşvik ediyordu. Başka bir yayınevinin böyle bir misyonu olmadı o sıralarda. Bu, şüphesiz ki Alfa’nın kurucusu da olan Ali Recan’ın işiydi ve çok da iyi yapmıştı kanımca —zaten Alfa’yı Sağıroğlu Ailesi’ne devrettikten sonra kurduğu Marvel’de de aynı tarzı sürdürdü.

Neyse… Sürdürelim… Dediğim gibi, Alfa maceram iki aşama içerir. İlkinde dışarıdan ürünler gönderen bir genç yetenektim. Sonra, 1990’da Alfa’nın editörlüğünü yürüten Erdal Çakıcıoğlu’nun sürüklediği bir “Yerli Çizgi Roman Dergisi” projesinde yer aldım. Adı bile “konamayan” bu derginin —ki, ihtimallerden biri Alfa Çizgi Roman’dı— çizerlerinden biriydim. Geleceğe Dönüş filmindeki ana iki karakterin farklı çizgi roman kahramanlarının evrenlerine yaptıkları ziyaretlere ve bu ziyaretlerin yarattığı garipliklere değinen mizahi bir çizgi romandı. İlk macerada kahramanlarımız Martin Mystere’nin evrenine yolculuk ediyordu. Yirmi sayfa kadarı çizilmiş, yaklaşık on sayfası da çinilenmişti. Alfa’nın yöneticisi olan sayın Gül Sağıroğlu Alfa Çizgi Roman Dergisi’nin altından kalkılamayacak maliyette olacağına kanaat getirerek çalışmaları durdurunca ihtimaller de çizgiler de ertelendi.

İlginç geldi. Başka kimler vardı o dergi kadrosunda?

Tüm isimleri hatırlamıyorum maalesef, ama aklıma gelenleri sayayım: Hakan Alpin vardı. Daha önceden Yüzbaşı Volkan çizim ekibinde yardımcı çizerlik de yapmış olan, sonradan Darkwood kadrosunda bir araya geldiğimiz bir isimdir. Ali Düzgün vardı. O dergi için ne çizmişti hatırlamıyorum, ama daha sonra Kaptan Alyo diye bir karakter çizmeyi denemişti. Maalesef uzun ömürlü bir iş olmamıştı o da. Conan sayılarından birinin içinde, Hakan Alpin’in çizdiği Son Osmanlı gibi, tek sayılık bir dolgu malzemesi olarak kullanılmış ve çizgi roman tarihimizin yazılmayan sayfalarına dahil olmuştu. Kadir Ertan Sevgi vardı —ki müthiş bir çizerdir, ama ondan da ötesi, müthiş bir tembeldir. Çok iyi yerlere gelebilecekken heba olup gitti çizgi piyasasından. Haluk Alpin vardı, Hakan Alpin’in kardeşi. Sanıyorum Ömer Tatlısöz vardı, ama emin değilim bu isimden. Az önce de dediğim gibi, hatırlayamadığım birkaç isim daha vardı, ama ne yazık ki doğmayacak bir çocuğa ninni söylemekle yetinmiş olduk hepimiz.

Devam edelim mi Alfa macerasına? İkinci aşama bu doğmayan dergiden sonra mı başladı?

Tam olarak değil. Dergi hayallerinin suya düşmesinden sonra da çeşitli çizimlerle yer aldım Alfa’nın okurlara açılan sayfalarında. Sonra birgün Erdal Çakıcıoğlu’nun editörlük görevinden ayrıldığını ve yerine de arkadaşlarımızdan biri olan Kosta Ceran’ın geçtiğini duyduk. İlginç bir gelişmeydi bu ve şimdi düşünüyorum da birkaç ay sonra Alfa editörlüğüne talip olmamdaki cüreti de buna bağlıyorum —yaşıtlarımdan birinin o göreve getirilmesine yani. Neyse…

Kosta, Erdal Çakıcığlu’nun ayrılmasıyla yarım kalan bir işin tamamlanması için benimle irtibat kurdu —Conan Aylık Maceralar Dizisi’nin arkasında dolgu olarak yayınlanan “Conan İstanbul’da” adlı mizahi çizgi öyküden söz ediyorum. Erdal Çakıcıoğlu bu öyküyü iki sayı çizmiş, sonra da ayrılmıştı. Ben tamamlayarak finale ulaştırdım. Nahif, pek de söz etmeye değmeyecek bir şeydi aslında, ama o zaman için benim adıma keyiflerin en büyüğüydü. Bu çalışma nedeniyle Alfa’nın Tarlabaşı’ndaki binasına gidiş gelişlerim oradakilerle tanışmama vesile oldu, ama bir yandan da Bilecik’teki eğitimim başlamıştı. Aynı günlerde başka bir haber geldi: Kosta Ceran’ın Alfa editörlüğü pek kısa sürmüş, bir takım sebeplerle görevden ayrılmıştı. Az çok tanıştığımız Gül Sağıroğlu’nu arayarak göreve talip olduğumu söylemem aynı zamana rastlar.

Gül hanım başta çekinceli davrandı işin aslı. Ne evet dedi ne de hayır, ama sonra bana ulaşarak “Bir denemek istediklerini” iletti. Sonrası malum. Başladık Alfa koşturmacasıına. Orjinal çizgi roman sayfalarındaki konuşma balonlarında yer alan İngilizce yazıları ince kuşe kağıtla kapatma işlemi vardı o zamanlar —hâlâ var mı bilmiyorum. O kuşe kağıtların üzerine kaligraflar Türkçe metinleri yazardı. O işten tut da ofis içinde yapılacak her işe yardımcı olarak başladım ben göreve, ama en keyif aldığım iş okur mektuplarını tasnif etmek, okumak ve yanıtlamaktı.

Alfa, Taksim’de, Çatalçeşme’deki binasındaydı ben başladığımda. Eski, ama sıcak, sevecen bir yapıydı. O zamanlar Alfa bir aile şirketi görünümündeydi. Turgut Sağıroğlu Ali Recan’dan firmayı satın almış, işin başına da iki kızını geçirmişti: Gül Sağıroğlu ile Lale (Sağıroğlu) Gücüm. O zamanlar bir avuç çalışan elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorduk Sonra yine aile içinden yeni bir ortak alındı: Lale Hanım’ın eşi, Fikri Gücüm. Firma Vezneciler’e taşındı. Kendi matbaasına kavuştu. Basım dünyasında son derece deneyimli olduğu söylenen, bir zamanlar Salata Mizah Dergisi’ni çıkaran Hayri Önder Genel Koordinatör olarak ekibe dahil edildi. Her şey ondan sonra allak bullak oldu zaten.

Hayri Önder ilk olarak okurun ne verirseniz onu yiyeceğini iddia ederek Conan’ın renkli basımını baltalamakla başladı işe. Kapak arkalarına tuhaf ve fazlasıyla karikatürize reklamlar eklemeye koyuldu. Yurt dışından gelen, proof diye tabir edilen —kaliteli film alınmasına olanak tanıyan orjinale yakın çizgi roman sayfaları— materyallerin gelmesine gerek olmadığını söyleyerek renkli sayfalardan alınan fotokopilerin kullanılmasına önayak oldu —bu nedenle çamur gibi, kalitesiz sayfalar ulaşmaya başladı okura— ve tüm bunlar yetmemiş olacak ki kendisine muhalif olan beni de ortadan kaldırmayı kafaya koydu. Başardı da. Onun gelişinden birkaç ay sonra Gül ve Lale hanımların odasında yaptığımız görüşmede işime son verildi. Eh, aslında istifa etmiş oldum, ama başka çıkar yol da bırakmamışlardı zaten. Uzatmayayım diyorum, ama sözler akıyor, af edersin. Kısa kesmeye çalışayım: Devran döndü ve altı ay kadar sonra bir gün Hayri Önder’in görevden ayrıldığını duydum. Birkez daha aradım Gül Sağıroğlu’nu. Bana karşı düzenlenen ve o zaman bir takım ahlaki çekincelerle söylemekten kaçındığım komplolarla ilgili kendisini bilgilendirdim ve görevimi geri istediğimi söyledim. Kabul etti ve böylece ikinci evre başladı, ama Hayri Önder’in yarattığı tahrifat öyle büyüktü ki toparlamak mümkün olmadı.

Gelen okur mektuplarının tamamına yakını sitem doluydu. Öyle olmayanlarda da falanca dizi yayınlanacak mı, filanca dizinin falanca sayısı var mı gibi, önceki sayılarda defalarca yanıtladığımız sorular fink atıyordu. Okur mektuplarının birkez daha devreden çıkarılması söz konusu oldu. Bir yöntem olduğunu söyledim o zaman. Mümkün olduğunca işi esprili bir dilin sağlayacağı esneklikle kotarabilirdik. “Yap, görelim,” dediler. Yaptım. Gördüler. Ondan sonra eğlenmeye başladık okur sayfalarında —hem biz, hem okurlar. Sıkıcı, tekdüze yapıya veda etmiş olduk bir bakıma belki de.

Neyse… Finale geleyim: Alfa’nın satış rakamları inişe geçmişti. Yönetim bölümü çözüm üretmek yerine —mesela tekrar renkli yayına geçmek, proof alımını sürdürmek— aynı mantıkla yayın çıkarmakta sakınca görmedi. Alfa’da çizgi roman yayıncılığının bir geleceği kalmadığını görerek, bu kez tamamen kendi irademle istifa ettim ve başka bir sektöre geçtim ben de. Elimde hatıralarım ve çocukluk hayallerimin —hiç değilse bir kısmının— içinde yuvarlanmış olmanın hazzı kaldı, başka şey değil.

2 yorum:

Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) dedi ki...

1 - Aşkın Güngör sohbeti bu güne kadar okuduklarım arasında en keyifli olanıydı diyebilirim. Belki konusu itibariyle belki. Çünkü o dönemde hayallerimizin yeşerdiği yerdi Alfa… Ve çöküşü hazırlayan sebepleri bilsek de müsebbibi bilemiyorduk. Sayenizde ne mücadeleler sonucu yitirdiğimizi de öğrendik Alfa’yı… teşşekkürler Aşkın Güngör ve teşekkürler Ümit… Biraz buruk bir nostalji yaşadık… ama olsun yine de güzeldi.

İlhan Yılmaz (29 Mayıs 2007)

2 - Ben bu adamin yasadigini sanmiyordum. Halada emin degilim isin dogrusu. Sanki boyle biri yokda yayinevinin yoneticilerinden biri yaziyor saniyordum o yazilari takma isimle. Yoksa nasil cizgiromanla icli disli olurda bu kadar gorunmez olur bir insan. Garip.
Genede bisey soyliyeyimmi, sıcak biseyler aktı icime bu roportaji okurken. Hay allah… durup dururken sevdim bu adamı be.

Zülal Ayrancıboy (1 Haziran 2007)

3 - Askin sevilecek bir adamdir gercekten. Alfa Yayinlari Vezneciler’e tasininca biriki kere gormuslugum vardir kendisini o kadar. Ama isim hafizam hic olmadigi halde O, ismini yillarca unutamadigim bir kisidir. Bana o donemleri hatirlattigi icin de tesekkurlerimi sunarim kendisine. Tamamen rastlanti eseri yayin tarihinden oldukca gec gordugum bu soylesi icin Umit Kirecci’ye de tesekkurler…

O zamanlar Alfa Yayinlari’nda ben Teks aylik ciltlerinin kapaklarini resimliyordum… Freelance gelip gittigim icin fazla gorusemiyorduk Askin’la ama tatli bir cocuktu. Tabii o zamanlar aslinda ikimiz de cocuktuk… 15-20 yas olmali…

Bir keresinde benim cizdigim Tex kapagini Hayri Onder’e O gostermisti. Hayri Onder o kadar yersiz ve sacma elestiriler yapmisti ki, o zaman herkesin onunde yuksek sesli bir agiz dalasimiz olmustu Hayri Onder’le… Askin’da her zamanki gibi efendiligini korumus ve O’nun adina benden ozurler dilemisti. Gerek yoktu ozur dilemesine cunku Hayri Onder ile bizim hesabimiz daha eskiye dayaniyordu aslinda… Neyse bu olayi anlatinca belki hatirlamistir beni Askin.

Askin her zaman, yaptigi ise asik, cizgiromana tutkuyla sarilmis son derece efendi bir insan olarak gorundu benim gozume. Cok cok az gorusmuslugume ragmen onda hissettigim tutku her zaman bende de calisma arzusu yaratti ve isimi sevdirdi bana. Bu yuzden rastlanti eseri gordugum bu soylesiyi sonuna kadar okuyup birseyler yazma, katki yapma ihtiyaci duydum… Belki Askin’in insanlar uzerinde boylesine olumlu gizli bir etkisi vardir. Kimbilir.

En buyuk basarilar seninle olsun Askin.

Ural (29 Ekim 2007)

Aşkın Güngör dedi ki...

Sahsi sitemde de yer alan ve eski CROP sitemizde yer verdigin bu roportaji bu platforma da tasimana cok sevindim sevgili Umit. Ozelden yazarak hakkimda bilgi isteyenleri bu roportaja yonlendiriyordum. Bu guncel alanda yer almasi gurur verici...

Tesekkurler . . .

Linkler

Related Posts with Thumbnails