Hani dedim madem tumblr gibi bir gücüm var neden kullanmıyorum. Okursunuz okumazsınız orası sizin bileceğiniz iş ama benim için büyük ehemmiyete sahip, gelmiş geçmiş en iyi üçlemeler arasına rahatlıkla sokabileceğim bir seri hakkında bir iki kelam etmemek olmaz. Özellikle bu seri Batman serisi ise;
* Batman Begins
İlk açıklandığında son Batman filmlerinden ötürü pekte heyecan vermemişti (Batman Forever hadi yine bir nebze de Batman&Robin nedir allah aşkına !?) Fakat yönetmen koltuğunda o güne dek Memento filminden bildiğim ve baya baya tuttuğum Christopher Nolan’ın oturacağını öğrendiğimde bir kıvılcım oluşmadı değil. E halihazırda Bruce Wayne/Batman rolü içinde Christian Bale gibi American Psycho ve Machinist gibi filmlerle gönlümüzde yer etmiş bir aktörün oynayacağı ve yanında da Alfred’i oynaması için Michael Caine gibi bir üstadın olacağı fikri iyiden iyiye ateşi körüklemişti.
Gelgelelim filme;
Bugüne kadar yapılmamış cinsten bir “origin” hikayesini bize sunarken Christopher Nolan’ın “genius” kıvamındaki rötuşlarıyla Kara Şövalye’yi gerçek dünyaya o kadar iyi o kadar samimi bir şekilde adapte edebilmişti ki, filmden sonra “neyse parası verelim bizde Batman olalım” yorumları yapmayanı dövüyorlardı. Filmdeki başkötü, çizgi romanları takip etmeyenlerin pekte aşina olmayabileceği R’as Al Ghul (Liam Neeson)’dan başkası değildi. Klasik serideki R’as Al Ghul ve “League of Shadows”u daha iyi kimse adapte edemezdi sanırım. Tabii filmde önemli bir role sahip olan Dr Crane nam-ı diğer Scarecrow’u da unutmamak lazım. Bruce’un intikam yolculuğunu “League of Shadows”a bağlamak ve tamda o noktadan başlatmak(o anlara kadar geçen süreyi çaylaklık evresi olarak sayarsak) ve öğrendiği herşeyin aslında yapamayacağı/yapmaktan her daim kaçındığı tek şey olan öldürmek üstüne kurulu olmasından mütevellit olaylı bir kaçış ve ardından Gotham’a geri dönüşü kelimenin tam anlamıyla iyininde ötesinde, akıl dolu bir çalışmanın ürünü. Daha sonrasında gelişen hikaye tam olarak olmasa da “Batman-Year One” hikayesiyle benzerlikler içerisinde ve belki de Nolan’ın Dark Knight serilerinin neden bu kadar fenomen haline dönüştüğünü özetler cinsten; Tam anlamıyla bir adaptasyon değil, daha çok senaristlerin ve özellikle de Nolan’ın okudukları ve Batman hakkında edindiği bilgiler neticesindeki kendi yorumu.
Bugüne kadar hiç anlatılmamış cinste karanlık bir anlatım, inanılmaz doğru casting ve yazının başında da belirttiğim üzere Nolan’ın dehasıyla birlikte ortaya eski Batman filmlerini yerle yeksan eden, bir çizgi roman adaptasyonunun aslında ne kadar başarılı olabileceğini gösteren bu çalışma özellikle Batman’in oluşum sürecinden çok son sahnede, filmin sonunda teğmenliğe terfi eden babacan James Gordon’un Batman’e verdiği Joker kartıyla heyecanımızı doruk noktaya çıkartmış, tabir-i caiz ise insanın tüylerini diken diken ettirmişti (en azından Batman fanlarının).
Now, take this new guy. Armed robbery, double homicide. Got a taste for the theatrical. Like you. Leaves a calling card.
Film, R’as Al Ghul’un büyük savaşını kaybetmesi ve Batman’ın Gotham şehrine olan inancıyla şehri kurtarmasıyla sonlanırken herkes ikinci filmin nasıl olabileceğini konuşmaya başlamıştı bile.
- The Dark Knight
Başlamadan önce belirtmek gerekir; İNANILMAZ.
Film Joker’in “deliliğini” gösterir cinste bir banka soygunu ile başlarken, Joker’i canlandıran Heath Ledger’ın inanılmaz performansı ve yine Nolan’ın dehasıyla daha en başından ilk filmden kat kat daha iyi olduğunu gösterdi. Önceki filmde doğuşuna şahit olduğumuz Gotham’ın Kara Şövalyesi bu filmde bir yandan kendini biraz daha geri planda tutup, çocukluktan beri yanık olduğu Rachel Dawes (Maggie Gyllenhaal)’in erkek arkadaşı olan Harvey Dent (Aaron Eckhart)’i ve şehri temizlemek adına yaptıklarını izlerken bir yandan da Joker isimli suçluya ulaşmaya çalışıyor lakin bir yerde “bütün mafyayı indirmek varken önceliği Joker’i bulmaya veremem” tarzında bir hata yapıyor ki bu hata, belki de filmi bu kadar güzel kılan yegane hata oluyor. Batman, Harvey Dent ve geçen filmde teğmenliğe atanmış olan James Gordon hep beraber Gotham sokaklarını temizleyedursun, mafya denize düşen yılana sarılır misali Joker’e sarılıyor. Fırtınalarda buradan sonra kopuyor zaten. İlk filmde R’as Al Ghul’un öğrettiği “pislikten arınmak için her şeyi yok etmek” felsefesi, Joker’in elinde “kaos için yok etmek”e dönüşüyor. Öyle ki, mafyayı yoketmeye çalışan hakim, savcı, polis şefi kim varsa her birini öldürdüğü yetmezmiş gibi, Gotham’ı, League of Shadows’un yüzlerce insan gücüyle ve bilimum uyuşturucularla yapamadığı kadar sona yaklaştırıyor ve bunu sadece insanları kaosa sürükleyerek, benlikleriyle oynayarak (bkz Harvey Dent) bir nevi onları “bozarak” yapıyor. Ahlak kurallarını yıkan Joker yeri geliyor bilinçli şekilde kendini yakalatıyor, yeri geliyor Batman’dan okkalı dayak yiyor, yeri geliyor Harvey Dent’in elini kolunu çözmekle kalmayıp bir de eline silah tutuşturuyor, o silahın ilk kendi kafasına doğrultulacağını bildiği halde hem de!
Film o kadar etkileyici ve bir o kadar da gerçekçi ögelerle bezeli ki, ilk filmi sevmemiş olan, sevmeyebilecek olan, çizgi roman okumayan insanlar için bile bir kült haline gelmiş vaziyette. Kısaca The Dark Knight, Nolan’ın Batman Begins’te doğurduğu karakterleri iyiden iyiye içimizden birilermişcesine bize sunuyor, adeta ikinci film, ilk filmi aşan, kabına sığmayan bir kaos ile ama aynı zamanda bir güzellik ile önümüze sunulmuş gerçek anlamda bir “başyapıt” kıvamında izleniyor. Heath Ledger’ın talihsiz vefatı her ne kadar filmi “biraz” popülerleştirmiş gibi gözükse de, kendisini saygıyla anarak şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, o ölmemiş olsa bile, öyle bir Joker portresi çizdi ki, çizgi romanlar sönük kalıyor ve filmin başarısına doğrudan etki ediyordu. Yani Heath Ledger’in ölümü ile ilgili söylenebilecek en mantıklı şey, bir daha onun gibi bir Joker tiplemesini belki de hiç göremeyeceğimizdir. Yarattığı kaos, Batman’ı kendinden şüphe ettirip pelerini asma noktasına getirmesi, Harvey Dent’e yaşattığı dönüşüm, sadece “kaos olsun ortam coşsun” mantalitesi uğruna öldürdüğü, zarar verdiği insanlar ve son olarak Gotham şehrinde açtığı kapanmaz yara ile Arkham’ın hücrelerine hiç unutulmayacak bir şekilde uğurlandı.
Bu filmle ilgili belki de en güzel, en dikkat çekici özellik, Batman’in giydiği kostümün daha mantık çerçevesinde, daha gerçekçi ve görsellik açısından daha güzel olması. Nolan bildiğimiz Batman kostümlerini çöpe atarak, devrim niteliğinde bir kostüm ile Kara Şövalye’yi karşımıza çıkardı ki bu kostümü gördükten sonra “yıllardır bu serileri yazan-çizen insanlar neden bunu hiç düşünmemiş?” sorusunu bizlere sordurdu. Kostüm anlamında üç filmde de inanılmaz iyi seçimler yapan Nolan ve ekibi yine turnayı gözünden vurmuş. Joker’in takımının morluğu bile sırıtmıyor, Bruce Wayne kendine yakışır takımlar içinde dolanıyor.
Filmin sonunda Harvey Dent’in “haklı” vefatı ve sadece, yine bu filmde de terfi alan başarılı polis “amiri” Gordon ve Batman arasında tutulacak olan bir sırla film bir sonraki bölümüne doğru yol almaya başladı. İlk izlediğimde verdiğim tepki, serinin nasıl bir son ile veda edeceğini merak etmek ve Nolan’ın daha ne kadar kendini aşabileceği ve Batman’a çığır açtırabileceği yönünde sorulardı. Bu sorularım hiçte azımsanmayacak kadar başarılı, karanlık ve bir o kadarda “inanılmaz” bir veda filmi ile karşımıza gelmesi ise beni hiç mi hiç şaşırtmadı;
* The Dark Knight Rises
4 yıl ve akıl almaz bir son…
4 koca yıl boyunca Batman’e “Nolanverse” olarak nasıl veda edilebilir, The Dark Knight ile gelinen nokta daha yükseğe çekilebilir mi? Ya da en azından aynı ayarda bir film gelir mi, gelmez mi düşünceleri beynimde dönüp dönüp durdu. En sonunda dün itibariyle (27 Temmuz 2012) hasret bitti, beklenen an gelip çattı. Filmde esas kötünün Bane olması ve veda filmi olması sürekli “Knightfall” isimli seriyi gözlerimin önüne, beynimin ucuna yerleştiriyordu.
Şunu söyleyebilirim ki, Christian Bale nasıl Bruce Wayne/Batman olarak en doğru seçilmiş isim ise, Bane karakterini canlandıran Tom Hardy’de aynen öyle olmuş. Joker ile açılan “über kötü karakter” tiplemesi Bane ile bir sonraki seviyeye, yani hem “über kötü karakter” hem “planlı” hem de “sadece akıllı değil, aynı zamanda fiziksel olarak Batman’den daha güçlü” seviyesine gelmiş ki zaten Batman’in ezeli düşmanları arasında favorim olan Bane’i filme daha da tehlikeli bir karakter olarak adapte etmek ancak Nolan’a yakışırdı. Ayrıca Bane’in ses tonu ve ağzından çıkan her sözün koca koca anlamlar yüklü olması da en az Nolan’ın Batman’e kazandırdığı ses tonlaması kadar etkileyici.
Spoiler vermeden, sizin için filmi ziyan etmeden ne kadarını anlatabilirim bilemiyorum ama filmde anlatılan senaryo ile filmin belirli saatler içerisinde kısıtlanması gibi bir sıkıntı var. Film, azımsanacak bir süre değil tam 2 saat 45 dakika sürmekte ama senaryo biraz da son film olmasından ötürü biraz sıkışmış gibi. Tabii ki bu filmin güzelliğine hiçbir şekilde gölge düşürmüyor. Film 6 saatte olsa oturup izlenir, öyle bir hikayeye sahip. Filmden önce kendisi hakkında büyük “şüphelerim” olan Anne Hathaway bile filmde o kadar sırıtmıyor, o kadar iyi Selina Kyle/Catwoman rolünün altından kalkıyor ki, ağzınız açık kalabiliyor. Özet olarak film bariz bir şekilde “Knightfall” “The Dark Knight Returns” ve “Batman: No Man’s Land” gibi inanılmaz iyi ve okuması inanılmaz zevkli serilerin Christopher Nolan’ın dehasıyla buluşmasıyla ortaya çıkmış diyebiliriz. Şikayetim olan tek husus, bir önceki filmde ortalığı “yer ile yeksan eden” Gotham’ı birbirine katan Joker’den hiç bahsedilmemesi. En azından ismi geçseydi bile güzel olabilirdi fakat film tüm hızına rağmen iliklerinize o kadar işliyor ki, ancak film bittikten belli bir süre sonra “yahu neden Harvey Dent’in adı geçerken Joker’in esamesi okunmuyor” gibi sorular aklınıza gelmeye başlıyor.
Konunun biraz “hızlı” gidişatından mütevellit önceki iki filmdeki karakter detayları yok gibi dursa da (özellikle Catwoman’a biraz daha süre ayrılabilirmiş) Bane olsun, Miranda Tate (Marion Cotillard) olsun o döngü içerisinde inanılmaz iyi işlenmiş, seyretmeye doyum olmayan karakterler haline dönüşmüş.
Tabii son filmden bahsederken R. John Blake ( Joseph Gordon-Levitt ) karakterine değinmeden olmaz. Tabir-i caiz ise çizgi romanlardan alışık olduğumuz fakat filmde pek karşılaşamadığımız “Batman=dedektif” açığını çok iyi şekilde kapatıyor, Gotham “No Man’s Land”e dönüştüğünde yaptıklarıyla ilerisi için umut veriyor. Karakter için Nolan’ın önceden bahsettiği “Benim filmlerimde asla bir Robin göremeyeceksiniz” kuralı biraz yıkılıyor gibi. Ha, tam yıkılmıyor çünkü R. John Blake ne kostüm kuşanıyor, ne de doğrudan Kara Şövalye’ye yardım ediyor, sadece işini yapıyor ve özellikle filmin sonunda bizi şaşırtıyor. Ama şunu söylemek gerekir ki, John Blake karakteri, çizgi roman serisindeki (kronolojik sırayla) Dick Grayson, Jason Todd ve Tim Drake karakterlerinin, yani Robin’lerin bir toplaması gibi düşünülebilir.
Yazmak isteyipte sırf size pislik olmasın, filme gitmeden film ile ilgili tat kaçıran “spoiler”lar edinmeyin diye yazmadığım o kadar çok şey var ki, onlarıda bir iki hafta sonra herkes filmi izleyince yazarım. Ama size tavsiyem 3. filmi izlemeden önce imkanınız varsa ilk iki filmi edinip izleyin. Öylesi daha zevkli, daha bütünleştirici oluyor.
Dark Knight üçlemesi benim açımdan, düşündüğümden daha tatmin edici ve “inanılmaz” bir şekilde son buldu. İnanılmaz kelimesinin altını özellikle kendim için çiziyorum çünkü 4 sene bekleyip böyle bir finalle karşılaşmayı Nolan’a rağmen beklemiyordum. Başta Christopher Nolan gibi doğru bir insanı projenin başına geçiren Warner Bros olmak üzere, Nolan ve senaristlerin yazdığı hikayeler ve her rol için en uygun kişinin seçimine kadar, kostümleri dizayn edenler ve en iyi şekilde önümüze koyanlara, özellikle filmlerde “Batpod” olarak anılan motorsikleti icat edenlere, kısacası “yapımda ve yayında emeği geçen herkese” en azından bana göre bir daha bu kadar başarılı seviyede çekilemeyecek olan bir üçleme izlettikleri için can-ı gönülden teşekkürlerimi sunuyorum. İlk filmle heyecanımızı alevleyen, ikincisiyle bizi duvardan duvara vuran ve son olarak serinin üçüncü filmi ile bize katıksız heyecan yaşatan ve aynı zamanda içimizde buruk bir acı bırakan (bitmesini istemediğimizden, yoksa filmle ilgili herhangi bir şikayetimiz yok çok şükür.) Christopher Nolan’dan allah binlerce kez razı olsun.
Benden şimdilik bu kadar, umarım bir gün Nolan ve Batman’in yolları bir kez daha kesişir de bende zamanımı böyle şeyler yazarak harcayabilirim. Kendisi, Batman serisinin yönetmen koltuğunda bir daha oturmayacağını, Christian Bale ise bir daha pelerini sırtına geçirmeyeceğini açıklasa da, Warner Bros. Nolan’a en azından gelecek filmlerin senaryosunu yazması yönünde ısrar ediyormuş aldığım duyumlara istinaden. Umarım doğrudur çünkü Batman bir daha Nolan’ınki kadar iyi anlatılamaz.
Yazan - Kerem Ergül
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder