13 Şubat 2008 Çarşamba
Hanımlar ve beyler, şu elimde görmüş olduğunuz çizgi roman...
Hanımlar ve beyler, şu elimde görmüş olduğunuz çizgi roman...
Çizgi romanın doğasına ve potansiyeline ilişkin Emre Kuzuoğlu'dan bir deneme...
Adobe/Macromedia Flash programını herhalde duymuşsunuzdur. Daha çok dinamik internet sitesi hazırlamak için tasarlanan Flash, son yıllarda pek çok kişi tarafından kullanılan kolay ve oldukça yetenekli bir program.
Boş zamanınız olursa bir kaç saatte eğlenceli şeyler çıkartabiliyorsunuz. Flash ile yapabileceğiniz en basit şeylerden biri animasyon. Zamanı karelere bölen programda diyelim ki bir odanın içinde bir kutu çizdiniz ve bu kutuyu bir yerden başka bir yere taşımak istiyorsunuz. Yapmanız gereken şey hareketin başlangıç ve bitiş karelerini gösterip, kutunun bu karelerde nerede duracağını belirlemek. Arada kalan diğer karelerde kutunun yapacağı hareketi -yani bu karelerdeki konumunu- Flash sizin için kurguluyor. Sonunda “Oynat” tuşuna bastığınızda kutunun belirli bir süre içinde bir yerden bir yere gittiğini görüyorsunuz. Bu sizi eğlendiriyor: “O zaman kutu gidip açılsın ve içinden bir şeyler fırlasın, şu olsun, bu olsun...” diye düşünüyorsunuz. Program binlerce yeni fikre, harekete, hikâyeye neden oluyor.
Ben de Flash ile oynayıp, teknoloji nerelere geldi, nelere kadir, diye düşünürken aklıma birden kafamın içinde yürüttüğüm kendi Flash programım geldi!
Evet, bir karenin içinde tanımlanmış olan resim ile bir sonraki karedeki resim arasındaki değişimi kendiliğinden canlandıran ve bana büyük bir zevk veren beynimin belki de bilinçsizce geliştirdiği bir program var. Dahası, bu mükemmel program farklı renk, karakter ve konumlarda yazılmış kelimeleri kafamda farklı tonlarda ve duygularla seslendirebiliyor. Ve karelerdeki resimlerin oluşturduğu hareket ile sesleri bir montaj masasından çıkmış kadar mükemmel bir halde kurgulayabiliyor.
Tabii, tıpkı Flash'ta olduğu gibi benim de bu programı çalıştırmam için bazı anahtarlara, tanımlanmış objelere ihtiyacım var: Harflere, renklere, resimlere, çizgilere, yani çizgi romanlara...
Hiç çizgi roman okumanın ne kadar uzun sürdüğünü düşündünüz mü? Ben onların bu kadar çok vaktimi almalarına hep şaşırmışımdır. Çünkü bir kaç kelime ve bir beş-altı resimden oluşan sayfalara yalnızca göz gezdirseniz yeterli olabilir sanki... Ama nedense çizgi romanlar böyle okunmaz. Hatta düşünüyorum da “okumak” belki de çizgi romanlar için yeterli bir kelime değil. Yapılan şey daha çok tasarlanmış bir hikâyeyi yeniden; resimlerin birbirleri ile olan ilişkilerini, sesleri, karakterlerin hareketleri kurgulamak. Bu yüzden de resimler ve topu topu on-onbeş kelimeden oluşan sayfalar oldukça uzun zaman alıyor. Onun için çizgi romanlara göz gezdirmek yeterli olmuyor. İnsan ister istemez bu dünyaya ve onun kendine has algılayış biçimine kendini kaptırıyor.
Bir çizgi romanı okumak (??!) aslında oldukça yüksek bir konsantrasyon da gerektiriyor. Mesela ben çok meraklı ve hilebaz biriyimdir. Sürprizleri sevmem. Ama şimdiye kadar bir kez bile üç kare sonrasına baktığımı hatırlamıyorum. Hiç aklıma gelmedi. Bu izlediğiniz bir filmin son sahnesini filmin ortasına yapıştırıp sonrada filmi izlemeye devam etmek gibi bir şey olurdu sanırım. Kaldı ki çizgi romanda harcadığınız efor, film izlerkenkinden çok daha fazladır. Sinema da koltuğa oturduktan sonra sizin yaptığınız çok fazla bir şey yoktur. Film şeridinde tüm kareler bizim için önceden doldurulmuştur. Hayal gücüne (izleyicininki) yer yoktur.
Basım adetlerinin son yıllarda artığı ve okuyucu profilinin giderek çeşitlendiği çizgi romanı herhalde insanoğlu her seferinde yeniden yeniden keşfediyor. Zira daha çok bir şehir kültürü olarak kabul edilse de çizgi roman aslında bin yıllardır kullanılan bir anlatım biçiminin son yüz yılda aldığı yeni şekilden başka bir şey değil.
Nedir çizgi romandaki temel fikir? Birbiri ardına yerleştirilen resimlerle bir hikâyeyi veya fikri anlatmak. Resimlerin arasındaki boşlukta da “programın” yürütülmesini sağlayıp sayfalarda bulunan karelerin dışında, okuyucunun kendisinin göreceği anlık görüntüler yaratmak. Çok mu parlak bir fikir? Hayır, ama zaten pek çok şeyde -özellikle de sanatta-olduğu gibi burada da ne yaptığınızdan çok nasıl yaptığınız önemli. Ve eğer resimlerle hikâye anlatımı bir dilse ve biz buna çizgi roman dili diyorsak. Yani ilk önermemiz bu ise; Vatikan’daki küçük Sistine kilisesinin tavanında herhalde bu güne dek yapılmış en muazzam çizgi romanlardan biri var.
Daha geriye gidecek olursak, ünlü mağara resimleri bile bize o dönemin “kahramanlarının” nasıl “korkunç dev” bir mamutla savaştıklarını anlatmıyor mu? Düşünün ki kâğıt ve kalemden önce resim ve çizgi romanın kullandığı dil vardı. Bu anlatım şekli basit, hızlı ve etkileyici olduğu için de önemini hiçbir zaman kaybetmedi. Hayatımızın bir parçası haline geldi. Bu dil bizim o kadar temel bir algımızla kullanılıyor ki, çizgi roman tarzı şeyleri sürekli yaratıyoruz. Mesela, evde ailenizin yaptığı albümlere bir bakın; basit çizgi roman dili ile toparlanmıştır bu albümler. Üzerlerinde genelde “Cem 1980 – 82” yazar. İçini açıp baktığınız da küçük bir çocuğun resimlerini görürsünüz. Sanki kapakta yazılı yıllarda Cem’in hayatının kısa bir özeti alatılmaya çalışmıştır. Cem emeklerken, doğum günü pastasının önünde, ilk kez yürürken, tatilde, Cem’in yılbaşı fotoğrafları... Hepsi bütünde- ve kendi içlerinde – bir hikâye anlatır bu resimlerin. Albümü kapattığınız da kısa bir hayat hikâyesini izlemiş gibi hissedersiniz. Bir anlamda bu fotoğrafların arasındaki zamanı da kendi programınızla hareket ettirirsiniz.
Zaman ise bu dilin üzerinde yükseldiği en temel kavramdır. Kareler içine sıkışmış olan resimleri özgür bırakmamızı, onları hareket ettirmemizi sağlıyıp, her kareyi bir SONRAkine ve bir ÖNCEkine bağlar. Sonuçta çizgi roman okuru önce ve sonraya hâkim olduğunda resimlerin arasındaki zamanı da kendisi şekillendirir.
Bu algı biçimi insanın sürekli olarak tekrarladığı en doğal düşünme sürecidir. Çizgi romanlar işte bu sürece anahtar görseller ve metinler ile kendi hikâyelerini anlatırlar. Çizgilerle yepyeni cesur dünyalar yaratılır. Yazılar ve resimler birbirini destekler. Karelerin içinlerinde birbirinden özgün, heyecan verici pek çok yenilik sunulurken, okuyucu kafasındaki Flash programı ile kolayca bunları birbirine bağlar ve benimser.
Bir çizgi romanı herkes zevkle okuyup, anlayabilir. Zaten belki de bu yüzden çizgi romanın değerlenmesi, bir sanat olarak kabul görmesi bu kadar zor oluyor. Yani bize bu kadar basit, algılanmasının bu kadar kolay olmasından ötürü. Sanat, Türk Dil Kurumu’nun resmi sitesinde “Bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık.” olarak tanımlanmış. Yani yaptığınız şey ne olursa olsun beğeni toplayan üstün bir yaratıcılık başrollerden birini oynamakta. Resmin ve metnin kullanıldığı bir biçimde üstün bir yaratıcılığın gösterilemiyeceğini iddia etmek ise herhalde insanoğlunun aklına yapılabilecek en ağır hakaretlerden biridir.
Sanat eseri dediğimiz şeyin değeri iki biçimde ölçülüyor. Para ve adet! Çizgi roman ise içeriğinden dolayı değil ama mecrasından dolayı (yani çok sayıda basılan bir dergi olarak) hem sayıca fazla hem de ucuz. Tıpkı ünlü bir ressamın müzedeki resminin posteri gibi... Aslında çok arada kalmış, hor görülmeye meyilli bir tanımı var.
Bu yazının amacı evinizdeki Kızılmaske, Zagor ya da herhangi bir çizgi romana bir sanat eseri olarak bakmanız değil elbette. Ama onlara vurulan basitlik etiketini yırtıp atmak... Onların yaratım süreçlerinde sanatçıların ve sizin okurken verdiğiniz emeği bir kez daha gözler önüne sermek. Tabii ki müze ve galeridekilerin dışında milyonlarca resim olduğu gibi binlerce kötü çizgi roman var. Nasıl ki klasiklerin yanının da binlerce ticari müzik yapılıyor. Basit ve tüketime adanmış çizgi romanlar da var. Ama kendi adıma süper kahramanlardan giderek daha az haz alsam da arada bir rönesans resmini hatırlatan kaslı kahramanların görkemli resimlerini görmek, cesur ve taviz vermeden hayatlarını yaşamalarını izlemek beni etkiliyor. Bazen de tüylerimi diken diken eden, bana yepyeni bakış açısı kazandıran “sadece bir kaç resim ve yazıdan” oluşan ve herkesin sahip olabileceği değerli bir şeyin var olması çok hoşuma gidiyor...
[Abdulcanbaz vinyeti: Mehmet Saygın]
http://www.seruven.org/inceleme.php?id=136
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder