Ümit Kireççi - umitlila@gmail.com
...
Evet, biliyorum, arkadaşlarım bana kızacak ve evet
biliyorum bazıları “adama sır verdik ser aldı” diyerek söylenecek ama şu
Netflix ve türevlerinin hoş yanlarını bir yana bırakırsak ciddi bir tehlikeyle
karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum: NETFLIX ve türevleri dünyanın yeni aptallaştırıcı
kutusu modelidirler.
Bu yazı aslında bir tür sorgulama denemesi gibi bir şey benim için. Üyesi olmadığım ama olmak için can attığım bir ürünün sorgulanması. Cidden can atmalı mıyım, üyesi olmalı mıyım, ne katacak bana veya ne çalacak benden?
Ana konuya girmeden önce televizyonun verdiği rahatsızlıkları ve zararları anlatan The New Mutants Summer Special sayısı sayfalarına göz atalım istiyorum. Bu comicsde televizyonun tüketime yönelik yayınları, açgözlülük, haber adı altında sunulan metinlerin içeriklerinin hazırlanışı, sistemlerin televizyonu propaganda aracı olarak kullanışı ve toplumu bir yanılsama içinde yaşatmasının yanı sıra tembelliğe iterken manipüle etmesinin yöntemleri anlatılıyor. Marvel comics bir bakıma X-insanlar türü çizgi romanlarının en popüler olduğu dönemde ele alınan konuyu mutant türünün en genç bireylerince yaşıtlarına aktartıyor.
1990 yılında okura ulaştırılan sayının adı "Megalopolis'de bir Mutant" (A Mutant In Megalopolis). Sayının içinde geçen "megalopolis" dev şehir anlamına gelir ki belki televizyonun dünyayı küresel bir merkezde toplamasından olacak hayali bir televizyon kamera arkası dünyasında geçen bu maceraya uygun bulunmuş (Tabi bir trlü çekilemeyen dev bütçeli Francis Ford Coppola filmine gönderme yapmıyorsa). Ayrıca dikkatli bakarsak kapakta "Vidiot's Delight" yazıyor ki burada da Idiot ve delight kavramlarına eleştirel bir kelime oyunu göze çarpıyor. Unutmadan ekleyeyim yazar Ann Noventi, çizer Bret Blevins.
Macera grubun uzaydan gelen üyesi Warlock'un televizyon izlemeye merak sarmasıyla başlar. Daha sonrasındaysa ekibin bazı üyeleri televizyon yayınının içine giriverir ve... Gerisini de okumak gerekir. İşte özeti:
Netflix nedir?
İki kafadarın 1997 yılında kurduğu bir firmadır Netflix. Postayla
video kiralama şirketi olarak işlemeye başlayan kurum zaman içinde abonelikle sınırsız
kiralama modeline oradan da 2007 yılı itibariyle dijital film izleme modeline
geçti. 2008 yılındaysa binlerce filmi ve programı yayına soktu. 2010 yılında
akıllı telefonlarda boy gösterdi. 2013 yılındaysa artık kendi kanalı vardı ve
kendi dizi – sinema yapımlarını çekmeye başladı.
Üstelik de bunu yapay zekaların veri analizlerini
kullanarak genel izleyici kitlesi arayışının ötesine geçerek, adeta kişiye özel
yayıncılığa geçerek başardı.
Sonuç olarak şu anda da yetişkinleri geçtim artık küçücük
çocukların bile dilinde olan ve 7/24 her yerde her saat izlenebilen özel bir
kanal hüviyetine büründü.
İzleyicinin TV’yle İmtihanı
Televizyon icat edildiğinden beri ayı sorunları yaşamış
gibi görünüyor. Yayınlarla ilgili yapılan eleştiriler hangi bakış açısından
gelirse gelsin aynı olmuştur: Boş, fazla eğlenceli, bilgilendirici olmaktan
uzak, yanlı, oyalayıcı, tembelleştirici, göz bozucu, akıl karıştırıcı,
yönlendirici, v.s.
Muhafazakar kesimin de kendini modern olarak tanımlayan
kesim de eğitimli kesim de eğitimsiz kesim de politikacılar da aynı şikayetleri
dile getirmiştir hep. Her birinin baktığı pencere farklı da olsa televizyon
yayıncılığına ayar verme, arzu edilen yöne çekme talebi yinelenegelmiştir
sürekli.
Bu talepler içinde dikkatli bakıldığında muhafazakar
kesimin yeniliklerden uzak tekrarlardan hoşlanılan yayınlardan oluşan onlarca
kanala sahip olduğu görülür. Dahası bu kesim bununla yetinmez izleyicisi çok
olan ulusal kanallara sızmanın yollarını bulur devletin televizyonunda
siyasilerin desteğiyle büyük oranda yer kaplar. Hatta hızını alamaz ve
muhafazakar kesime hitap etmeyen küçük yayınlara da müdahalede bulunur.
Siyasetçiler ise her fırsatta özgür yayınları zapturapt
altına almaya çalışırlar. Yayını durdurma eylemi haber programlarını geçer,
yarışma programlarına dizi filmlere kadar uzanır yeri geldiğinde. İzleyiciyi
yönlendirme noktasında hiç sınırlamaz kendini siyaset erki.
Bu arada genel (sıradan) izleyici televizyon başında
pinekler. Ona sunulan veya arzu ettiği veya arzu ettiğine koşullandırıldığı
programları izler mütemadiyen.
Ancak bir kesim vardır ki tüm televizyon izleyiciliği
sürecini ucundan kıyısından deneyimlerken kendisine hitap eden bir yayın alanı
arayışındadır… Veya arayışındaydı o da kendini modern olarak tanımlayan, hayatı
sorgulamaktan kaçınmayan, aykırı konuları görmekten çekinmeyen eğitimli ve
çağdaş kesimdir.
Netflix ve türevlerinin yayınları bu bağlamda genel
izleyici kitlesinden kopmadan tam da son grubu hedef almıştır. Ve tam da bu grup(lar)a
göre seçim yapabilecekleri diziler, sinema filmleri, programlar
yayınlamaktadır.
Televizyonu Ne İçin İstiyoruz?
Televizyon yayını insan yaşantısında yer almaya
başladığından bu yana hep önemli bir yer tutmuştur. Dünyanın küçülmesini insan
bilgi dağarcığının büyümesini sağlayan bu araç işlev bakımından önemli bir yere
sahiptir.
Eğlenceden eğitime kadar birçok farklı işleve sahip olan
televizyon gün boyunca çalışan insanların akşam eve gelince karşısında oturup
izlerken dinlenebileceği olanaklar sunmaktadır. Bu bazen spor programıyla,
bazen haberle, bazen belgesele, bazen yarışmayla, bazen müzikle, bazen filmle
gerçekleşmektedir.
Sıradan çalışan kesim eve geldiğinde pijamasını giymek ve
günün yorgunluğunu atarken izlemek istiyor televizyonu. Evde tutulan kadınlar
ise kendilerine sunulanla yetinmeyi alışkanlık haline getirdiğinden
televizyonun beyni zorlamayan yayınlarıyla hayli mutlular bu esnada.
Açıkçası her nabza göre şerbet veren ve izleyicinin kişisel
seçim yaparak yayın takip edebileceği bir alan çok cazip görünüyor. Ama izleme
anlayışı ve olanakları ortaya birçok sorunu çıkarıyor.
İzleyici bu yeni yayın modeliyle birlikte 7/24 izleyici
olma şansı yakalamış durumda. Bu bir avantaj gibi görünebilir ancak içerik
seçme, ulaşma, şifreleme, kişiselleştirme, zaman ayarlama gibi cazip birçok
fonksiyonla izleyici aslında ciddi bir “bağımlıya” dönüşmektedir artık.
Gerçekten soruyorum. Hatta soruyu Brian Groombrige’in
“Televizyon ve Toplum” kitabından alarak soruyorum: Televizyonu ne için
istiyoruz?
Birçok kesim farklı içerik beklentisiyle de olsa “eğitici”
bir rol üstlenmesini istiyor televizyonun. Siyasetçi kendi isteğine uygun
yönlendirme yapmasını istiyor televizyondan. Muhafazakar kesim hep yaratıcılıktan
uzak yaratıcıya yakın şeyleri tekrar etmesini istiyor. Modern kesim ise özgürlük
olarak tarif ettiği ama kendisi gibi düşünen insanların eğitildiği bir
televizyon istiyor.
Brian Groombrige kitabında; yine eğitici işleve vurgu
yaparak, televizyonun katılımcı çoğulcu demokrasiyi güçlendirebileceğini ileri
sürüyor büyük bir coşkuyla. Ancak biliyoruz ki uygulamada televizyon
yayıncılığı sadece ve sadece bağımlılık yaratma düzeyinde ilerliyor.
Kitapta görüşlerinden alıntı yapılan alıntı Philip Elliott
şöyle tanımlıyor durumu:
Ekip, izleyiciye iletişim
açısından değil de, genellikle, tepki açısından önem verir. Yapım ekibinin asal
amacı izleyicinin ilgisini çekerek televizyonu kapamalarını önlemektir.
JLA, DC Comics
İşte bu noktada ulusal ve yerel yayın yapan televizyon
kuruluşlarına yönelik yöneltilen eleştirilerle aynı potaya düşüveriyor Netflix
ve türevleri. Üstelik de daha da vahim bir yöntemle.
Sıradan izleyici televizyonu kapatıp ona arkasını dönüp
gezmeye çıkabiliyorken Netflix izleyicisi ekran bağımlılığını yanında taşıyor.
Ekranlardan Kurtuluş Yok
1923 yılında küçük bir İngiliz kasabası olan Hastings’de icat edilen ve yakında yüzüncü
yılını kutlayacak olan televizyonun mucidi John Logie Baird acaba işin bu noktalara
geleceğini öngörmüş müydü? Evde televizyon, bilgisayarda televizyon, telefonda
televizyon, saatte televizyon…
Ancak televizyona haksızlık etmeden önce gerçeği konuşalım:
Ekrandan kurtuluş yok!
Ortada aktif işgalci rolü oynayan bir dikdörtgen mevcut.
Bütün bu geometrik işgal sanki resim sanatıyla başlamakta, yüzümüzü görmek için
kullandığımız ayna çerçevesiyle hayatımızı kaplıyor ve dünyaya açılan
pencerelerle kapılarımız eşliğinde bizi esir almaktadır. İmgesel bir dünyanın
varlığı dönüşüme uğrayarak bizi sürekli kuşatmakta, sınırlamakta, özgür
olduğumuzu sandığımız bir alanda tutsak ediyor gibidir.
Evet, ekranlar hayatımızın önemli bir parçası. Özellikle de
bu salgın ve karantina günlerinde ekranlar adeta yaşantımız… Bilgisayarda
çalışma, proje hazırlama, e-posta yoluyla iletişim, internet aracılığıyla bilgi
edinme, oyun oynama, online eğitim, spor, alışveriş, kitap okuma, toplantı,
sosyal medya, video – klip - film izleme…
Peki ama salgın öncesi ve sonrasında Netflix ve
türevlerinin işlevini veya sorunlarını ne yapacağız?
Televizyonun Tehlikesi
Genel olarak televizyonun izleyicilerini uyuşturduğu ve
tembelleştirdiği eleştirisine şahit oluyoruz. Özellikle çocukların oyun
oynamasının zorunluğu ön plana çıkarılırken bedensel aktivitenin artması için
ekrandan uzak durulması söyleniyor. Ayrıca sürekli ekrana bakmanın tek taraflı
bir iletişim yöntemi olduğu vurgulanırken sosyal ilişkilerde “iletişim” kurmada
sorunlar yaşanabileceğine dikkat çekilmektedir. Haliyle televizyon izlemenin
yalnızlaştırdığı gerçeğinden yola çıkan uzmanlar sosyalleşmek için ekranla
bağların koparılmasını dile getiriyorlar. Buna ek olarak da çocukların
nörobiyolojik zarar görme olasılığının yanı sıra tembelleştirici etkisinden
dolayı izlemede kısıtlama getirilmesi önerilmektedir. İzleyicinin manipüle
edilmesi olayı ise büyük bir tehlike olarak öne çıkarılıyor.
Peki bu etkiler ve tehlikeler sadece çocukları mı kapsıyor?
Hayır!
Yukarıda sayılan tehlikelerin tamamı yetişkinler için de
geçerlidir. Tembellik, sosyal ilişkilerde azalma ve sorunlar, kendini ifade
etmede yaşanan güçlükler, görülen bir yanlışa tepki göstermede duyulan isteksizlik
ve edilgenlik, manipüle edilme, yalnızlık, bedensel aktivitelerin azalması,
uyku sorunu, nörobiyolojik sorunlar, üretkenlikten uzak durulması…
Aşırı dozda televizyona maruz kalmanın yaratacağı sorunlar
görüleceği üzere sadece çocukları etkilemiyor. Yetişkinler de açık olumsuz
etkilere.
Birkaç Ağır Eleştiri
Televizyonun siyasi erk eliyle yönetilmesi elbette kabul
edilebilir bir şey değildir. Bunun tehlikesine dikkat çeken bir eser George
Orwell’in “1984” adlı yapıtıdır. Evlerin duvarında yer alan ve hiç kapanmayan
televizyonları hatırlar romanı okuyan herkes. Ayrıca bu televizyon
ekranlarından sadece sansürlenmiş propagandaların yayınlandığı da akıllardadır
şüphesiz. Bu Netflix üzerine yazdığım düşünüldüğünde uç bir önek gibi
görünebilir. Ancak sürekli televizyon izlemenin ve manipülasyona açık olmanın,
üstelik de buna 7/24 gönüllü olmanın tehlikelerine yönelik sağlam bir uyarı
niteliğinde olduğunu düşünüyorum.
Belki kişinin sorgulayıcı ve sınırlama getirilmiş aykırı
konuları ele alan yayınları izlemesinin bir tür bilinçlenme olduğu
düşünülmektedir. Ki biliyorum öyle düşünülüyor. O zaman şunu sorgulamak zorunda
kalıyorum: Ha, siyasi erk eliyle sınırlanmış ha özgür bırakılmış olsun, bir
izleyici sürekli olarak bildiği şeyleri izlerken ve harekete geçmek için
sosyalleşme imkanı bulamazken ve her yeni çıkan programı izlemek üzere
oyalanırken bilinçlenmesinin (!) ne yararı olacaktır? Bu izleyicinin
muhafazakar kesim izleyişinden ne farkı vardır? Bilinen şeylerin tekrar
edilmesiyle Allah’ın mucizeleriyle şaşkına uğramanın yerini bilinen
aykırılıklarla aynı konuyu farklı şekillerde ele alan kurguların şaşırtıcılığı
alınca ne değişiyor?
Bu sorular bir yanda dururken Ray Bardbury’nin “Fahrenheit
451”ine geçelim. Orada da yazar distopyasında sanatın yok oluşuna dikkat çeker.
Kitabın, resmin, heykelin yok oluşuna ve yerlerini ucuz işlerin alışına vurgu
yapar yazar. Duvarlarda yine devasa ekranlar vardır. Hiç kapanmayan. Ancak
yazarın endişesi biraz abartılı olacak ki daha sonra biz “Fahrenheit 451”in
sinemaya uyarlandığına şahit olduk. Üstelik de çizgi romana uyarlanan klasik
romanların sanatı küçümsemek olduğunu söyleyen yazarın eseri çizgi romana da
dönüşmüştür ki bazen televizyona yöneltilen eleştirilerin doğruluğundan şüphe
duymama neden oluyor.
Ta ki Netflix izleyicisinin 7/24 televizyon, bilgisayar,
tablet, telefon üzerinden bağımlı kılınışını çağrıştıran Black Mirror dizisinin
“Fifteen Million Merits” adlı bölümünü gözümün önüne getirene kadar:
Dizinin birinci sezon ikinci bölümünde küçücük bir apartman
dairesi görürüz. İçeride sadece üzerinde bir adamın uyuduğu bir yatak
bulunmaktadır. Duvarlarsa ekrandır. Kişi uyanınca ekran da çalışmaya başlar.
Hatta öncesinde ekranda çiftlik manzarası belirir ve ortaya çıkan bir horoz o
kişiyi öterek uyandırır. Bölüm boyunca günlük yaşantının her anına eşlik eden
ekranları ve uyduruk televizyon programlarını görürüz. Sonra filmde bir kız
pornografik bir filmde oynamayı kabul eder. Bu film kaçışı olmayan ev
duvarlarından yayınlanır. Değer verdiği bir genç kızın bu durumuna kayıtsız
kalamayan genç adam ekranlara bakmamak için gözlerini kapatır. Bunu algılayan
ekran yayını durdurarak gözlerini açması uyarısını bin defa yineler. Genç adam
televizyon programına protestoya gider. Bu yayınların ne kadar iğrenç olduğunu
anlatmak amacıyla canlı yayında kendi boynuna bir cam parçası dayar.
Protestosunu eder. Sesini bütün dünyaya duyurur. Büyük beğeni alır. Sonunda da
görürüz ki camı boynuna dayayarak birçok konuda protesto konuşmaları yaptığı
bir televizyon programının sunucusu olmuştur. Artık konuşmaları aydınlatma
işlevini yitirerek kendisi karşı çıktığı sistemin bir ürünü, tüketim nesnesine
dönüşmüştür.
İşte özetle görüşüm o ki Netflix ve türevlerinin izleyicisi
yavaş yavaş yeni bir tür yayıncılığın aptallaştırdığı izleyici kesimine
dönüşmeye başlıyor. Üstelik de karşı çıktığı yayınlık anlayışının bir parçasına
esir düşerek, bağımlısı olarak. Artık sansürün, sınırlamaların yoğun olmadığı
bir yayıncılığa kavuşan belli bir kesim izleyici kitlesi farkına varmadan
yanında taşıyor ekrandan oluşan duvarlarını.
Aptal Kutusu
Ekrandan kurtulamıyoruz. Sınırlama getirebiliriz belki ama
kurtulamıyoruz. Öte yandan işlevsel de kullanabiliriz. Aptal kutusu televizyon
sorununa aptal kutusu televizyon yayınıyla yanıt bulalım…
Sünger Bob Kare Pantolon çizgi filminin üçüncü sezon
sekizinci bölümü belki de bu aptallaşmanın yanıtıdır. Yalnızlaşmak, ekrana
bağlanmak, sosyalleşmek, hayal gücü, sınırsızlık, üretkenlik, tembellik,
eleştirilen konunun tuzağına düşmek…
“Aptal Kutusu” (Idiot Box) adını taşıyan bölümde Sünger Bob
ve arkadaşı Patrick onları yargılayan ve aptal olarak niteleyen kindar bakışlar
altında yol kenarında beklerken bir kargo kamyonu onlara irice bir kutu teslim
eder. İçinden çıkan devasa televizyonu çöpe atan ikili karton kutunun içine
girerek oyun oynamaya başlar. Kindar komşu gelir ve aptallar gibi kutunun
içinde oynayanlardan televizyonu almak için izin ister. Kafadarlar karton
kutuda oynamak için sipariş etmişlerdir o televizyonu o yüzden verirler hemen.
Komşu mutludur ancak kumandayı unutmuştur. Geri döndüğünde kutudan gelen
helikopter seslerini duyar. Çığ düşmesini, robot seslerini, savaş
gürültülerini. Şaşkınlığa uğrar. Kutuyu açar bakar, ikili kutuda öylece
oturmaktadır. Sesleri açıklar Sünger Bob ve kısaca “hayal gücü” der. Bölüm
sonuna kadar sürer bu olay. Boş kutudan fantastik sesler gelirken televizyon
zevk vermez komşuya. Sonunda komşu gece geç saatte gizlice kutuya girer ve
arabada olduğunu hayal eder. O ne? Motor sesi duyulur. Hatta kutu hareket
ediyor gibi titremeye başlar. Komşu kendisinin de hayal gücü olmasına sevinir.
Ancak olayın aslı şudur, çöp kamyonu onu yüklenmiş şehir çöplüğüne
götürmektedir. Hatta finalde komşuyu kutusuyla, hayal gücüyle, yalnızlığıyla çöpe
döküverir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder