İyinin ve Kötünün Ötesinde, İlk Taş
“Kayıp askerler bir ulusa
fantezi konusu olmuş. Bu pekâlâ bir video oyunu da olabilirdi. Doğu ve Batı.
Burada karşılaşıyorlar; yenilmez kahramanlara dair bir illüzyonda.”
“Gelecekteki savaşların
kimlik savaşı olacağının farkında mısın? Bana-bakın-savaşları! Ahmaklar
savaşı.”
“Savaş üzerine dikilmiş her
abidenin ardındaki gerçek bu mu? Başından sonuna dek bir yok edimden ibaret
olduğu?”
Bir grup asker, “Beyaz Bölge”
dedikleri Danimarka’dan Afganistan’a savaşmak için gelirler. Üzerinde ortaklaştıkları
ve emin oldukları tek bir şey vardır: Düşman. Geri kalan her şey başlangıçta
çok kişisel. “Sarı Bölge”de yani teyakkuz bölgesinde beklerken Tanrı’dan bir
“action” diliyorlar. Fakat “düşman”la ilk karşılaşma, ona dair tüm bildiklerinin
yerle bir olmasına sebep olur. Düşman kimdir, neye benziyor ya da benzemelidir?
“Kırmızı Bölge”de ölüm kalım savaşı verilir, “Gri Bölge”de köşeye sıkışırlar,
“Siyah Bölge”de panik hazır durumdadır.
Bu akış içinde İlk Taş, başarılı bir savaş romanıdır
diyebiliriz; karşıt güçler çarpışmasının dramatik unsurlarına sahiptir. Tanımlamaya
çalıştıkları düşmana karşı verilen savaş çok nettir. Fakat bu romanda anlatılan
savaşın tersine doğru akmaya çalışan trajik bir damar var ki, işte orada okurlar
da dâhil olmak üzere herkes yalnızdır.
Carsten Jensen, bizi karşılarken
“savaşmama”nın tarafını tutuğunu açıkça belli ediyor. Roman boyunca da, kendisiyle
savaşından yenik çıkmış ve “gerçek” savaşı tatmaya gelen askerleri -ki onlar
savaşa dâhil olmayı, bir bilgisayar oyununun kahramanı olma ya da o oyunu
yaratma üzerinden tanımlıyorlar-parçalara ayırıp yeniden topluyor ve yeniden
parçalıyor: İhanet, aşk, inanç, güven, bağlılık, haysiyet duygularıyla;
kimliklerle, sınırlarla, bölgelerle, politikayla, teknolojiyle, tercihlerle,
yaşamla, ölümle ve Tanrı’yla… Romanın bütünlüğü tüm bu parçalanma ve yeniden
bir araya gelişlerin ritmine dayanıyor. Bu ritim okuru da alıp çorak
toprakların ve duvarların kenarına köşesine bırakıyor. Öyle ki, her bir askerin
nereye kadar gidebileceğini, nereye evrilebileceğini düşünedururken, tüm o
cesetlerin arasından dehşetle geçmek zorunda kalıyoruz. Her şeyin dönüşüme
uğradığı, bu yok edici acımasız coğrafya; onları “iyinin ve kötünün ötesi”ne
taşıyacak uğultulu bir anne rahmi hâlini alıyor ve yazar “masumiyet” arayışını
en son noktaya kadar bırakmıyor.
Afganistan’ın sosyokültürel
yapısını ve coğrafyasını orada bir süre yaşayarak gözlemleyen ve romana bunu
incelikle aktaran Carsten Jensen, Danimarka’da siyaset ve gezi yazıları da yazan
başarılı bir romancı. İlk Taş bu
anlamda o ülkenin kodlarını deşifre eden bir panoramadır aynı zamanda. Ve sayısal
verilere, tarihsel gerçeklere, politik söylemlere, komplo teorilerine
bulaşmadan, bir yer ve bir halk için düşünülen, öngörülen denklemleri de
içeriden bakışla sızdırıyor.
Dedalus Kitap’tan çıkan İlk Taş’ın, Nur Beier’in özenli
çevirisiyle Türkçeye kazandırılması Kuzey Avrupa edebiyatını merak eden okurlar
için ayrıca kıymetli. Nur Beier, Dancadan Türkçeye nitelikli çeviri yapabilen
sayılı çevirmenlerden biri. Danimarka’da birçok bilimsel antoloji çalışmasına
katkıda bulunmuş, ülkemizde birçok Danimarkalı yazarın eserlerini
Türkçeleştirmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Carsten Jensen’in Türkiye’de
yayımlanan ilk romanı Biz, Boğulanlar
da Nur Beier çevirisidir.
Karşımızda duran roman; en
nihayetinde görkemli ve korkutucu bir davet. Düşüşü tanımlamaya ve bilmeye çağırılıyoruz.
Artık sanal “araç”larla yürütülen zamansız ve mekânsız bir savaşı algılamaya çağırılıyoruz.
Belirsiz bir suçluluk hissiyle kendimizden uzak tutmaya çalıştığımız halde o
savaşın içinde olduğumuz gerçeğini bilmeye davet ediliyoruz. İlk taşı kim
atacak?
Boşluğa fazla baktık, o da
bize baktı ve şimdi düşüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder