Okumak ve
Anlamak
Edebiyatta Psikanaliz:
Freud, James, Nabokov, Pessoa, Proust, Rancé, Schnitzler
Yazar: Michel
Schneider
Türkçesi:
Nazlı Ceyhan Sümter
Yayıma Hazırlayan: Poyzan
Şahiner
Sayfa Düzeni: Kolektif
Tasarım
Kapak Tasarımı: Deniz Akkol
1. Baskı, Haziran 2016
“André Breton’dan bu yana
birçok yazarın bir baş dönmesine tutulmuş gibi teslim olduğu düş öykülerinden
edebi anlamda daha sıkıcı bir şey yoktur. İnsan kendini ifade etmek veya
itirafta bulunmak için değil, kendini saklamak için yazar. Roman kahramanları
için rüyalar ve hayal etmek başka şeylerdir. Herkes düş görür. Herkes yazmaz.
Düş ve yorumu, psikanalizin kraliyet yoluyken edebiyatın demokratik
çıkmazıdır.”
“Kendini
yaratmayı megalomanlığa feda etmeyen bir yazar projesi yoktur şüphesiz. Bedeni
ve diliyle, tarihi ve karakteriyle, mantığı ve duygularıyla, kendini olması
gerektiği gibi yeniden yaratmak ve eserinin aynı anda hem tanığı, hem etkeni,
hem de nesnesi olmak... Eserlerinin oğlu olmak, kendinin anne ve babası
olmaktır. Bir kitabı taşıyıp yayımlamak kendini dünyaya getirmek, karalanmış
kağıttan şifa umulan bu beden eksikliğine çare sunmaktır.”
“Yanılmıyoruz.
Hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmak, söyledikçe sözleri silmek, kendi arzusunu
başkasının arzusuyla maskelemek, ressamın, romancının (veya psikanalistin) bu
tuhaflıkları, bu kusurları mümkün olduğunca az yer kaplamayı değil, sınırsız
bir güç elde etmeyi hedefler.
Okumak ve Anlamak yazar, müzikolog ve
psikanalist Michel Schneider’in analiz odasına davet eder okurları. Kitabında edebiyatçıları
ve psikanalistleri ağırlayan Schneider aklındaki soruları onlarla birlikte
çözmeye çalışır.
Koltuğa
ilk geçen Nabokov’a dil ve totalitarizm arasındaki ilişkiyi sorgularken Freud’la
psikanalizin kökenlerini tartışır Schneider. Henry James’le “Hugh Merrow” başta
olmak üzere çeşitli hikayeleri hakkında dilin gizemi ve çevirinin zorlukları
üzerine sohbete davet eder. Freud’un da yakın arkadaşı Schnitzler’i önce kader üzerine
konuşturur, ardından yazarın “La Ronde” [Çember] isimli eseri üzerinden aşk ve
arzunun doğasını karşılaştırır. Proust ve annesiyle çocukluk, cinsellik ve
birey olma kavramları üzerinden kabullenme ve reddetmenin çıkmazları irdelenirken,
daha sonra koltuğu edebiyata soyunan psikanalistler alır. Kitabın sonundaysa
Schneider, yazma edimiyle suç arasındaki bağı anlamak için koltuğuna oturmayı
kabul edecek katil yazarların peşine düşer.
“Bana Rüya Gördüğümü Söyleyin” adlı ilk
bölümde totalitarizmin insanlıktaki kökenini ararken psikanaliz, edebiyat ve
totalitarizm arasında kurulan bir üçgenin sunabileceği ihtimalleri Vladimir
Nabokov’un eserleri üzerinden tartışır. Totalitarizmin gücünü küçük yaşlardaki
ilk “ben” kurgusunun temsillerine, diğer bir ifadeyle öznenin dille olan bağına
dayandırır. Dilin ürünü olan edebiyat eserleri de tartışmaya bu noktada
katılır.
Psikanalizin
dille ilişkisini irdelerken, bu alanda kalıplaşmış terimlerin tartışılmadan
analize dahil edildiğini fark ederiz. Bu terimler, kalıplar ve tanımlar bütünü
psikanalizin, halihazırda var olan dilden kendi özgün dilini çıkartmasıdır ve
yeni kuramlarla tıpkı canlı, hakiki bir lisan gibi gelişmektedir. Schneider
kitabın ikinci kısmında işte bu özgün dilin izini sürer: “Bir dilin mucidi
olabilir mi?” ve “Freud’a psikanalizin ‘babası’ demek ne anlama gelir?” gibi
sorularla psikanaliz dilinin kökenini düşüncede, düşüncenin kökenini de bir
eksiklikte bulur. Bölümün başlığı olan, “Ne Düşünüyorsun?” sorusu doğrudan
Freud’a yöneltilir. Birincil düşünce dokunmakla, algıyla, hissetmekle ilgili olup
anneden gelirken; yazıya, kanuna ve idrak etmeye dair ikincil düşünce babadan aktarılır.
Takipçileri ve okurları onu psikanalizin babası gibi görürken, Freud’un da bir
tür otorite kompleksine girdiğini ve özgün olma çabası içinde intihalden
kaçınma saplantısına yakalandığını görürüz. Düşünce artık eksikliğin
kapatılması için bir uğraş, zihnin iki ayrımı arasındaki uğraktır.
Psikanaliz
bitmeyen bir hikaye ve daima gelişen bir dil olarak kurgulanırken; odak
bitmemiş yaşanmışlıklara, karşılanmamış arzulara ve gelmeyen sonlara kayar.
Kitabın üçüncü bölümünü Henry James’e adayan Schneider’in asıl amacı, yazar
öldükten sonra müsveddelerinin arasında bulunmuş “Hugh Merrow” hikayesinin
neden basılmadığını çözmektir. Hikayenin çeviri metniyle başlayan bölümde,
Schneider sık sık metne doğrudan referanslara ve farklı çevirilere yer verir.
Artık anlamın ve imgenin labirentlerine dalsa da, dili irdelemeye devam eder.
Hikayede
evli bir çift, ressam Hugh Merrow’u ziyaret ederler ve ondan hiç doğmamış
çocuklarını resmetmesini isterler. Schneider, Hugh Merrow’un resmi anlatıda tamamlayamaması
kadar, hikayenin neden bitmediğine odaklanır. Hikaye çocuk arzusuyla su yüzüne
çıkan “geçmişten bir imge” etrafında dönerken bahsi geçen çocuk ne geçmiş, ne
gelecektir; ne kız, ne erkek; ne yaşam, ne de ölümdür. Kurgusuyla da çocuk imgesiyle
de bir öykünme olan bu anlatı sona olanak tanımaz. James’in biyografisi
üzerinden cinsel kimliğini de inceleyen ve başka birçok eserini ele alan Schneider,
tamamlanmamışlığın anlamını bulur: Çocuk, cinsiyetin oluşumunun öncesindedir ve
bir çocuk imgesi her zaman geçmişte kalacaktır; ölümün başlangıcı olan yaşamın
verilmediği yer limbodur, orada geçmiş ve gelecek yoktur.
Benimsenmemiş
tüm benlikler ben kim olurdum diye sorarken Şair Pessoa maskeler ardında tüm
olasılıkları yaşamaya çabasıyla en cüretkar cevabı verir: “Kimse”. Dördüncü
bölümde Portekizli şair Fernando Pesoa’nın kimlik bilmecesini çözmeye çalışan
Schneider, biyografik anlatılar yerine şairin farklı heteronimleri tarafından
kaleme alınmış şiirlerinin ışığında ilerler. Şairin çocukluğu ve anne ve
babasıyla olan ilişkisinde heteronimlerin kökünü ararken, bir bedende birden
çok şair bulunduran Pessoa’nın kim olduğunu sormak aslında varlıkla isim
arasındaki ilişkiyi irdelemek anlamına gelir.
Pessoa’nın
kişilikleri Stendhal’inki gibi sadece isimlerden ibaret değildir der Schneider;
her biri farklı bir dille, tarzla yazan farklı karakterlerdir. Öyleyse Pessoa
heteronimleriyle kimliğin ve varlığın sınırlarını zorlamaktan çok, yeni
sınırlar yaratarak sürekli onların içinde devinir. Schneider Pessoa’yı
heteronimlere yönlendiren üç ana etmenden bahseder: Yeni isimler yaratarak
benliğin sınırlarından geçmek ve yokluğa ulaşmak; eşcinsel bir eğimlime
sahipken erkek bedenini sahiplenemediği için ya da belki de bir kadın bedeninde
yeni bir isim bulabilmek için beden değiştirmek; hiç kimseyken her yere dağılıp
yalnızca kelimeler olmak için dile dönüşmek. Schneider analizinin sonunda
Pessoa’nın bu var olmama çabasında başarısız olduğunu itiraf eder. Pessoa
ölümünden sonra nasıl tek bedenle gömüldüyse, tek ismiyle de anılacaktır.
Ölüm,
ölen için soylu bir son, bir tamamlanmışlık, bir isim olabilecekken hayatta
kalan açısından durum farklıdır. Schneider “Soysuz Ölüm” isimli beşinci bölümde
hastası Madam A. ile 16. yüzyılda yaşamış inzivacı keşiş Senyör Rance’ın
anlatıları üzerinden ölümle yüzleşmemenin bir yolu olan riyazeti tartışır. Her
iki vakada da kaybedilen yakının ölümüne duyulan bir suçluluk duygusu
karakterlerin ruh hâline hakimdir. Bu suçluluk duygusu, Rance’ın hayattan elini
eteğini çekmesine sebep olurken, Madam. A kendine sadomazoşist bir dünya
yaratır. Bu iki farklı dünyaya ait iki insanın kesişimlerini ve yol ayrımlarını
tartışan Schnider’ın amacı riyazet, suçluluk ve ölüm arasındaki ilişkiyi
bilinçaltındaki çağrışımlarıyla ortaya koymaktır. Sonunda fark edilir ki geçmişin
anlamı, geleceğin kaderini tayin etmektedir.
Kader
kaçınılmaz olarak görülürken her ne kadar gelecekten bahsetse de genellikle bugünden
geçmişe bakılarak anlamlandırılır. Schneider, “Kadere Soru” bölümünde bilfiil
bunu uygular: Doktor babasının yolundan giderek önce tıp eğitimi alan
psikanalist yazar Arthur Schnitzler’in, daha sonra Freud’dan etkilenerek nasıl psikanalize
yöneldiğini ve en nihayetinde hayatını etkileyen bu iki figürden de kendince
koparak edebiyatçı olduğunu anlatan bu bölüm insanın kaderi üzerindeki
yetkisini sorgular. Geçmişimiz bugünü nasıl şekillendirir? Psikanaliz bilinçaltında
geçmişe dairleri bulurken, geleceği mekanik bir şekilde belirlemeye çalışabilir.
Schneider analizin bu yönünü kullanarak Schnitzler’in gençliğine, öğrenciliğine
ve bir babanın oğlu olduğu zamanlara gidip nasıl bir yazar olacağını belirlemeye
çalışır.
Schnitzler’in
kendi kaderinin mekanikliği oyunlarına da yansımıştır. “Karanlık Arzu” adlı
yedinci bölümde Arthur Schnitzler’in “La Ronde” isimli tiyatro oyununda
karakterlerin birbirleri ile olan ilişkileri sonucu ortaya çıkan aşk ve arzu
çemberinin doğasını inceler ve olay örgüsünün doğrusal ilerleyip bir noktada
sonlanması yerine bir spiral gibi sürekli devinmesine neden olan üç tema bulur:
Arzunun parçalanması, cinsiyet farkı, zamanın geçişi. Arzu ve aşkın birlikte
işleyişi karakterler arasında kurulan zincirleri sürekli kırıp yeniden örerek
öykünün devinimini sağlar. Kadınlar ne istediklerinden emin olamazken,
erkeklerse tek istediklerinin arzu olduğunu zanneder; talepler, dilekler ve
arzular çakışır. Zamanın geçişi çemberin dışında tutulanlara işaret eder. Çember
kendi içine doğru kıvrılarak sürekli dönerken, ölüm ve zaman dışarıda bırakılır
böylece oyun hiçbir zaman tamamlanamaz. Aslında herkes ilk nesne olan anneyi arzulamaktadır.
Her
sanatçı bu ilk nesneye duyulan arzuyla hesaplaşmak durumundadır. Schneider
“Bilmiyormuşum Gibi Yap” isimli sekizinci bölümde Marcel Proust’un annesiyle
olan ilişkisi üzerinden sapkınlıktan sanatçılığa giden bir tür yol haritası
çizer. Bunu yaparken önce yalanlama, ret, yadsıma ve inkar terimlerini açıklar;
anne ve oğulun birbirlerine karşı nasıl bilmiyormuş gibi yaptıklarını anlatır.
Marcel Proust’un eşcinselliğine de değinen Schneider sapkınlığın
başarısızlığının romancıyı meydana getirdiğini belirtir. Ve kişi en sert
gerçeklikle, yani ölümle karşılana kadar bilmiyormuş gibi yapar.
Bilmiyormuş
gibi yapmak belki de en bilinçli eylemdir. Yazarlık da esasen yazarın bir şeyi
bilmiyormuş gibi anlatmasıdır olanları. Yazar olanı saklar, açığa çıkarmaz.
Analistin göreviyse durumu çözümleyip açığa vurmaktır. Schneider dokuzuncu bölümde
edebiyata soyunan psikanalistleri edebiyatla meydana çıkarmaya çalışırken, kaleme
alma niyetiyle yola çıkan gayretli psikanalistler adını verdiği “yazanların” nasıl
tökezlediğini açıklar. Psikanalize dair araçları ve yöntemleri edebiyatta
işlevselleştirmeye çalışan “yazanlar” edebiyatı psikanalizin bir uzantısı hâline
getirmeye uğraşmaktadırlar. Ortaya çıkansa bir ‘canavardır’ Schneider’a göre. Çok
okuyanın iyi yazabileceği algısı ve edebiyat ve psikanalizin ortak paydası olan
kelimeler üzerindeki hak iddiaları psikanalistleri edebiyata iten tarihsel
olgulardır. Neticede Schneider psikanalist yazın ile edebi yazımı üç eksende
ayırır: dilbilim, kelime dağarcığı ve konu. Gayretli psikanalistlere bu farkın
ayırdına varmadan edebiyata kalkışmamalarını önerir.
Psikanalist
yazanlar edebiyattan uzaklaştırılarak geride bırakılırken, odak tekrar yazma
eylemine kayar. Schneider Fransızcada suç ve yazmak sözcükleri arasındaki
fonetik yakınlığa (écrire [yazmak] ve crime [suç]) dikkat çekerken,
ikisi arasında bir benzerlik kurmak yerine yazmanın ne kadar suç olarak
tanımlanabileceğini araştırmaya koyulur. Öncelikli hedefi, sanatla suç
arasındaki çağrışımları kurmak ve sanatın libidonun yontulmamış bir eylemi,
yüceltilmemiş bir suçu olup olmadığını sorgulamaktır. Örnekler derler: Prens
Gesualdo de Venaso eşi ve üvey çocuğu dahil en yakınlarındakilerin canına
kıymış bir müzisyendir; ressam Caravaggio, aldatılmışlığın acısıyla hadım
etmeye çalıştığı sevgilisinin kasığındaki damarı keserek ölümüne sebep
olmuştur; Fritz Lang’in eşi Elisabeth Rosenthal’ın kalbine sıktığı bir kurşunla
intihar etmiş olduğu iddia edilse de, bunu, kocasını başka bir kadınla
yakaladıktan hemen sonra yapmış olması şüphelidir. Her üç sanatçının da
cinayetleri, suçları ve suçlulukları eserlerine yansırken, suça bulaşmış katil bir
yazar arayışı devam eder. Marcel Proust ve Anne Perry vakalarını da inceleyen Schneider
ikna olamaz ve katil yazar bulamadığını itiraf eder. Sonuçta yazarlar da
öldürür ama katil olmaya ihtiyaçları yoktur. Yazar yarattığı bütün karakterlerin
yaşamları üzerinde tahakküm kurup dilediği zaman onları öldürürken, Schneider
yazmanın bir suç, suçun yazmak olduğu sonucuna ulaşır.
Birbirinden
ayrı on inceleme olarak kurgulanmış Okumak
ve Anlamak, bir yandan çeşitli vakalar sunarken, diğer yandan psikanalizin
temellerini, yaklaşımlarını ve psikanalistlerin duruşunu sorgular. Edebi
metinlerin kurgularını psikanalizle çözerek bizi konuşamadıklarımızla
yüzleştiren Michel Schneider psikanaliz kuramını incelikle irdelerken,
edebiyatın karanlık dehlizlerindeki insanlık hâllerini çözümlemeleriyle ayrınlatır.
Arka Kapak:
Freud,
James, Nabokov, Pessoa, Proust, Rancé, Schnitzler…
Özenle
örülmüş edebi metinlerin kurgularını psikanalizle çözerek bizi
konuşamadıklarımızla yüzleştiren Michel Schneider, Nabokov’un kelimelerinde dil
üzerinden tahakküm kuran totaliter rejimlerin izini sürerken, Freud’a “Ne
düşünüyorsun?” diye sorarak düşünürün zihne duyduğu tutkuyu masaya yatırıyor.
Yer yer cesur adımlarla “ideal” psikanalizin peşine düşen Schneider, Pessoa’nın
yarattığı şair maskelerinin ardındaki içsel mücadeleleri ifşa ediyor. Henry
James ve Schnitzler’in eserlerinde saklı arzuları ararken, Proust’un annesiyle
kurduğu ilişkinin inkar ve yadsımaya dayanan köklerini kazıyor.
Okumak ve Anlamak, bir yanda psikanaliz
kuramını sorgularken, diğer yanda edebiyatın karanlık dehlizlerindeki insanlık
hâllerini çözümlemeleriyle aydınlatıyor.
“André
Breton’dan bu yana birçok yazarın bir baş dönmesine tutulmuş gibi teslim olduğu
düş öykülerinden edebi anlamda daha sıkıcı bir şey yoktur. İnsan kendini ifade
etmek veya itirafta bulunmak için değil, kendini saklamak için yazar. Roman
kahramanları için rüyalar ve hayal etmek başka şeylerdir. Herkes düş görür.
Herkes yazmaz. Düş ve yorumu, psikanalizin kraliyet yoluyken edebiyatın
demokratik çıkmazıdır.”
Yazar Hakkında:
1944
doğumlu yazar, müzikolog ve psikanalist Michel Schneider, École Nationale
d'Administration (ENA) mezunudur. Psikanalizle edebiyatı harmanladığı
kitaplarında çeşitli sanat eserlerine, tanıklıklara ve yazışmalara dair
incelemeler kaleme alır. 2003 senesinde, büyük yazarların son anlarını
kurguladığı Hayali Ölümler kitabı, deneme dalında Médicis Ödülü'ne
layık görülmüştür. Marilyn Monroe’yla psikanalisti Ralph Greenson arasındaki
sıkıntılı ilişkiyi ele aldığı Marilyn, Dernières Séances Goncourt,
Interallié, Renaudot ve Femina ödüllerine aday gösterilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder