4 Eylül 2016 Pazar

Okumak ve Anlamak Edebiyatta Psikanaliz

Okumak ve Anlamak
Edebiyatta Psikanaliz:
Freud, James, Nabokov, Pessoa, Proust, Rancé, Schnitzler

Yazar: Michel Schneider
Türkçesi: Nazlı Ceyhan Sümter

Yayıma Hazırlayan: Poyzan Şahiner
Sayfa Düzeni: Kolektif Tasarım
Kapak Tasarımı: Deniz Akkol
1. Baskı, Haziran 2016

“André Breton’dan bu yana birçok yazarın bir baş dönmesine tutulmuş gibi teslim olduğu düş öykülerinden edebi anlamda daha sıkıcı bir şey yoktur. İnsan kendini ifade etmek veya itirafta bulunmak için değil, kendini saklamak için yazar. Roman kahramanları için rüyalar ve hayal etmek başka şeylerdir. Herkes düş görür. Herkes yazmaz. Düş ve yorumu, psikanalizin kraliyet yoluyken edebiyatın demokratik çıkmazıdır.”

“Kendini yaratmayı megalomanlığa feda etmeyen bir yazar projesi yoktur şüphesiz. Bedeni ve diliyle, tarihi ve karakteriyle, mantığı ve duygularıyla, kendini olması gerektiği gibi yeniden yaratmak ve eserinin aynı anda hem tanığı, hem etkeni, hem de nesnesi olmak... Eserlerinin oğlu olmak, kendinin anne ve babası olmaktır. Bir kitabı taşıyıp yayımlamak kendini dünyaya getirmek, karalanmış kağıttan şifa umulan bu beden eksikliğine çare sunmaktır.”

“Yanılmıyoruz. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmak, söyledikçe sözleri silmek, kendi arzusunu başkasının arzusuyla maskelemek, ressamın, romancının (veya psikanalistin) bu tuhaflıkları, bu kusurları mümkün olduğunca az yer kaplamayı değil, sınırsız bir güç elde etmeyi hedefler.

Okumak ve Anlamak yazar, müzikolog ve psikanalist Michel Schneider’in analiz odasına davet eder okurları. Kitabında edebiyatçıları ve psikanalistleri ağırlayan Schneider aklındaki soruları onlarla birlikte çözmeye çalışır.

Koltuğa ilk geçen Nabokov’a dil ve totalitarizm arasındaki ilişkiyi sorgularken Freud’la psikanalizin kökenlerini tartışır Schneider. Henry James’le “Hugh Merrow” başta olmak üzere çeşitli hikayeleri hakkında dilin gizemi ve çevirinin zorlukları üzerine sohbete davet eder. Freud’un da yakın arkadaşı Schnitzler’i önce kader üzerine konuşturur, ardından yazarın “La Ronde” [Çember] isimli eseri üzerinden aşk ve arzunun doğasını karşılaştırır. Proust ve annesiyle çocukluk, cinsellik ve birey olma kavramları üzerinden kabullenme ve reddetmenin çıkmazları irdelenirken, daha sonra koltuğu edebiyata soyunan psikanalistler alır. Kitabın sonundaysa Schneider, yazma edimiyle suç arasındaki bağı anlamak için koltuğuna oturmayı kabul edecek katil yazarların peşine düşer.

 “Bana Rüya Gördüğümü Söyleyin” adlı ilk bölümde totalitarizmin insanlıktaki kökenini ararken psikanaliz, edebiyat ve totalitarizm arasında kurulan bir üçgenin sunabileceği ihtimalleri Vladimir Nabokov’un eserleri üzerinden tartışır. Totalitarizmin gücünü küçük yaşlardaki ilk “ben” kurgusunun temsillerine, diğer bir ifadeyle öznenin dille olan bağına dayandırır. Dilin ürünü olan edebiyat eserleri de tartışmaya bu noktada katılır.

Psikanalizin dille ilişkisini irdelerken, bu alanda kalıplaşmış terimlerin tartışılmadan analize dahil edildiğini fark ederiz. Bu terimler, kalıplar ve tanımlar bütünü psikanalizin, halihazırda var olan dilden kendi özgün dilini çıkartmasıdır ve yeni kuramlarla tıpkı canlı, hakiki bir lisan gibi gelişmektedir. Schneider kitabın ikinci kısmında işte bu özgün dilin izini sürer: “Bir dilin mucidi olabilir mi?” ve “Freud’a psikanalizin ‘babası’ demek ne anlama gelir?” gibi sorularla psikanaliz dilinin kökenini düşüncede, düşüncenin kökenini de bir eksiklikte bulur. Bölümün başlığı olan, “Ne Düşünüyorsun?” sorusu doğrudan Freud’a yöneltilir. Birincil düşünce dokunmakla, algıyla, hissetmekle ilgili olup anneden gelirken; yazıya, kanuna ve idrak etmeye dair ikincil düşünce babadan aktarılır. Takipçileri ve okurları onu psikanalizin babası gibi görürken, Freud’un da bir tür otorite kompleksine girdiğini ve özgün olma çabası içinde intihalden kaçınma saplantısına yakalandığını görürüz. Düşünce artık eksikliğin kapatılması için bir uğraş, zihnin iki ayrımı arasındaki uğraktır.

Psikanaliz bitmeyen bir hikaye ve daima gelişen bir dil olarak kurgulanırken; odak bitmemiş yaşanmışlıklara, karşılanmamış arzulara ve gelmeyen sonlara kayar. Kitabın üçüncü bölümünü Henry James’e adayan Schneider’in asıl amacı, yazar öldükten sonra müsveddelerinin arasında bulunmuş “Hugh Merrow” hikayesinin neden basılmadığını çözmektir. Hikayenin çeviri metniyle başlayan bölümde, Schneider sık sık metne doğrudan referanslara ve farklı çevirilere yer verir. Artık anlamın ve imgenin labirentlerine dalsa da, dili irdelemeye devam eder.
Hikayede evli bir çift, ressam Hugh Merrow’u ziyaret ederler ve ondan hiç doğmamış çocuklarını resmetmesini isterler. Schneider, Hugh Merrow’un resmi anlatıda tamamlayamaması kadar, hikayenin neden bitmediğine odaklanır. Hikaye çocuk arzusuyla su yüzüne çıkan “geçmişten bir imge” etrafında dönerken bahsi geçen çocuk ne geçmiş, ne gelecektir; ne kız, ne erkek; ne yaşam, ne de ölümdür. Kurgusuyla da çocuk imgesiyle de bir öykünme olan bu anlatı sona olanak tanımaz. James’in biyografisi üzerinden cinsel kimliğini de inceleyen ve başka birçok eserini ele alan Schneider, tamamlanmamışlığın anlamını bulur: Çocuk, cinsiyetin oluşumunun öncesindedir ve bir çocuk imgesi her zaman geçmişte kalacaktır; ölümün başlangıcı olan yaşamın verilmediği yer limbodur, orada geçmiş ve gelecek yoktur.

Benimsenmemiş tüm benlikler ben kim olurdum diye sorarken Şair Pessoa maskeler ardında tüm olasılıkları yaşamaya çabasıyla en cüretkar cevabı verir: “Kimse”. Dördüncü bölümde Portekizli şair Fernando Pesoa’nın kimlik bilmecesini çözmeye çalışan Schneider, biyografik anlatılar yerine şairin farklı heteronimleri tarafından kaleme alınmış şiirlerinin ışığında ilerler. Şairin çocukluğu ve anne ve babasıyla olan ilişkisinde heteronimlerin kökünü ararken, bir bedende birden çok şair bulunduran Pessoa’nın kim olduğunu sormak aslında varlıkla isim arasındaki ilişkiyi irdelemek anlamına gelir.
Pessoa’nın kişilikleri Stendhal’inki gibi sadece isimlerden ibaret değildir der Schneider; her biri farklı bir dille, tarzla yazan farklı karakterlerdir. Öyleyse Pessoa heteronimleriyle kimliğin ve varlığın sınırlarını zorlamaktan çok, yeni sınırlar yaratarak sürekli onların içinde devinir. Schneider Pessoa’yı heteronimlere yönlendiren üç ana etmenden bahseder: Yeni isimler yaratarak benliğin sınırlarından geçmek ve yokluğa ulaşmak; eşcinsel bir eğimlime sahipken erkek bedenini sahiplenemediği için ya da belki de bir kadın bedeninde yeni bir isim bulabilmek için beden değiştirmek; hiç kimseyken her yere dağılıp yalnızca kelimeler olmak için dile dönüşmek. Schneider analizinin sonunda Pessoa’nın bu var olmama çabasında başarısız olduğunu itiraf eder. Pessoa ölümünden sonra nasıl tek bedenle gömüldüyse, tek ismiyle de anılacaktır.

Ölüm, ölen için soylu bir son, bir tamamlanmışlık, bir isim olabilecekken hayatta kalan açısından durum farklıdır. Schneider “Soysuz Ölüm” isimli beşinci bölümde hastası Madam A. ile 16. yüzyılda yaşamış inzivacı keşiş Senyör Rance’ın anlatıları üzerinden ölümle yüzleşmemenin bir yolu olan riyazeti tartışır. Her iki vakada da kaybedilen yakının ölümüne duyulan bir suçluluk duygusu karakterlerin ruh hâline hakimdir. Bu suçluluk duygusu, Rance’ın hayattan elini eteğini çekmesine sebep olurken, Madam. A kendine sadomazoşist bir dünya yaratır. Bu iki farklı dünyaya ait iki insanın kesişimlerini ve yol ayrımlarını tartışan Schnider’ın amacı riyazet, suçluluk ve ölüm arasındaki ilişkiyi bilinçaltındaki çağrışımlarıyla ortaya koymaktır. Sonunda fark edilir ki geçmişin anlamı, geleceğin kaderini tayin etmektedir.

Kader kaçınılmaz olarak görülürken her ne kadar gelecekten bahsetse de genellikle bugünden geçmişe bakılarak anlamlandırılır. Schneider, “Kadere Soru” bölümünde bilfiil bunu uygular: Doktor babasının yolundan giderek önce tıp eğitimi alan psikanalist yazar Arthur Schnitzler’in, daha sonra Freud’dan etkilenerek nasıl psikanalize yöneldiğini ve en nihayetinde hayatını etkileyen bu iki figürden de kendince koparak edebiyatçı olduğunu anlatan bu bölüm insanın kaderi üzerindeki yetkisini sorgular. Geçmişimiz bugünü nasıl şekillendirir? Psikanaliz bilinçaltında geçmişe dairleri bulurken, geleceği mekanik bir şekilde belirlemeye çalışabilir. Schneider analizin bu yönünü kullanarak Schnitzler’in gençliğine, öğrenciliğine ve bir babanın oğlu olduğu zamanlara gidip nasıl bir yazar olacağını belirlemeye çalışır.

Schnitzler’in kendi kaderinin mekanikliği oyunlarına da yansımıştır. “Karanlık Arzu” adlı yedinci bölümde Arthur Schnitzler’in “La Ronde” isimli tiyatro oyununda karakterlerin birbirleri ile olan ilişkileri sonucu ortaya çıkan aşk ve arzu çemberinin doğasını inceler ve olay örgüsünün doğrusal ilerleyip bir noktada sonlanması yerine bir spiral gibi sürekli devinmesine neden olan üç tema bulur: Arzunun parçalanması, cinsiyet farkı, zamanın geçişi. Arzu ve aşkın birlikte işleyişi karakterler arasında kurulan zincirleri sürekli kırıp yeniden örerek öykünün devinimini sağlar. Kadınlar ne istediklerinden emin olamazken, erkeklerse tek istediklerinin arzu olduğunu zanneder; talepler, dilekler ve arzular çakışır. Zamanın geçişi çemberin dışında tutulanlara işaret eder. Çember kendi içine doğru kıvrılarak sürekli dönerken, ölüm ve zaman dışarıda bırakılır böylece oyun hiçbir zaman tamamlanamaz. Aslında herkes ilk nesne olan anneyi arzulamaktadır.

Her sanatçı bu ilk nesneye duyulan arzuyla hesaplaşmak durumundadır. Schneider “Bilmiyormuşum Gibi Yap” isimli sekizinci bölümde Marcel Proust’un annesiyle olan ilişkisi üzerinden sapkınlıktan sanatçılığa giden bir tür yol haritası çizer. Bunu yaparken önce yalanlama, ret, yadsıma ve inkar terimlerini açıklar; anne ve oğulun birbirlerine karşı nasıl bilmiyormuş gibi yaptıklarını anlatır. Marcel Proust’un eşcinselliğine de değinen Schneider sapkınlığın başarısızlığının romancıyı meydana getirdiğini belirtir. Ve kişi en sert gerçeklikle, yani ölümle karşılana kadar bilmiyormuş gibi yapar.

Bilmiyormuş gibi yapmak belki de en bilinçli eylemdir. Yazarlık da esasen yazarın bir şeyi bilmiyormuş gibi anlatmasıdır olanları. Yazar olanı saklar, açığa çıkarmaz. Analistin göreviyse durumu çözümleyip açığa vurmaktır. Schneider dokuzuncu bölümde edebiyata soyunan psikanalistleri edebiyatla meydana çıkarmaya çalışırken, kaleme alma niyetiyle yola çıkan gayretli psikanalistler adını verdiği “yazanların” nasıl tökezlediğini açıklar. Psikanalize dair araçları ve yöntemleri edebiyatta işlevselleştirmeye çalışan “yazanlar” edebiyatı psikanalizin bir uzantısı hâline getirmeye uğraşmaktadırlar. Ortaya çıkansa bir ‘canavardır’ Schneider’a göre. Çok okuyanın iyi yazabileceği algısı ve edebiyat ve psikanalizin ortak paydası olan kelimeler üzerindeki hak iddiaları psikanalistleri edebiyata iten tarihsel olgulardır. Neticede Schneider psikanalist yazın ile edebi yazımı üç eksende ayırır: dilbilim, kelime dağarcığı ve konu. Gayretli psikanalistlere bu farkın ayırdına varmadan edebiyata kalkışmamalarını önerir.

Psikanalist yazanlar edebiyattan uzaklaştırılarak geride bırakılırken, odak tekrar yazma eylemine kayar. Schneider Fransızcada suç ve yazmak sözcükleri arasındaki fonetik yakınlığa (écrire [yazmak] ve crime [suç]) dikkat çekerken, ikisi arasında bir benzerlik kurmak yerine yazmanın ne kadar suç olarak tanımlanabileceğini araştırmaya koyulur. Öncelikli hedefi, sanatla suç arasındaki çağrışımları kurmak ve sanatın libidonun yontulmamış bir eylemi, yüceltilmemiş bir suçu olup olmadığını sorgulamaktır. Örnekler derler: Prens Gesualdo de Venaso eşi ve üvey çocuğu dahil en yakınlarındakilerin canına kıymış bir müzisyendir; ressam Caravaggio, aldatılmışlığın acısıyla hadım etmeye çalıştığı sevgilisinin kasığındaki damarı keserek ölümüne sebep olmuştur; Fritz Lang’in eşi Elisabeth Rosenthal’ın kalbine sıktığı bir kurşunla intihar etmiş olduğu iddia edilse de, bunu, kocasını başka bir kadınla yakaladıktan hemen sonra yapmış olması şüphelidir. Her üç sanatçının da cinayetleri, suçları ve suçlulukları eserlerine yansırken, suça bulaşmış katil bir yazar arayışı devam eder. Marcel Proust ve Anne Perry vakalarını da inceleyen Schneider ikna olamaz ve katil yazar bulamadığını itiraf eder. Sonuçta yazarlar da öldürür ama katil olmaya ihtiyaçları yoktur. Yazar yarattığı bütün karakterlerin yaşamları üzerinde tahakküm kurup dilediği zaman onları öldürürken, Schneider yazmanın bir suç, suçun yazmak olduğu sonucuna ulaşır.

Birbirinden ayrı on inceleme olarak kurgulanmış Okumak ve Anlamak, bir yandan çeşitli vakalar sunarken, diğer yandan psikanalizin temellerini, yaklaşımlarını ve psikanalistlerin duruşunu sorgular. Edebi metinlerin kurgularını psikanalizle çözerek bizi konuşamadıklarımızla yüzleştiren Michel Schneider psikanaliz kuramını incelikle irdelerken, edebiyatın karanlık dehlizlerindeki insanlık hâllerini çözümlemeleriyle ayrınlatır.

Arka Kapak:
Freud, James, Nabokov, Pessoa, Proust, Rancé, Schnitzler…

Özenle örülmüş edebi metinlerin kurgularını psikanalizle çözerek bizi konuşamadıklarımızla yüzleştiren Michel Schneider, Nabokov’un kelimelerinde dil üzerinden tahakküm kuran totaliter rejimlerin izini sürerken, Freud’a “Ne düşünüyorsun?” diye sorarak düşünürün zihne duyduğu tutkuyu masaya yatırıyor. Yer yer cesur adımlarla “ideal” psikanalizin peşine düşen Schneider, Pessoa’nın yarattığı şair maskelerinin ardındaki içsel mücadeleleri ifşa ediyor. Henry James ve Schnitzler’in eserlerinde saklı arzuları ararken, Proust’un annesiyle kurduğu ilişkinin inkar ve yadsımaya dayanan köklerini kazıyor.

Okumak ve Anlamak, bir yanda psikanaliz kuramını sorgularken, diğer yanda edebiyatın karanlık dehlizlerindeki insanlık hâllerini çözümlemeleriyle aydınlatıyor.

“André Breton’dan bu yana birçok yazarın bir baş dönmesine tutulmuş gibi teslim olduğu düş öykülerinden edebi anlamda daha sıkıcı bir şey yoktur. İnsan kendini ifade etmek veya itirafta bulunmak için değil, kendini saklamak için yazar. Roman kahramanları için rüyalar ve hayal etmek başka şeylerdir. Herkes düş görür. Herkes yazmaz. Düş ve yorumu, psikanalizin kraliyet yoluyken edebiyatın demokratik çıkmazıdır.”

Yazar Hakkında:
1944 doğumlu yazar, müzikolog ve psikanalist Michel Schneider, École Nationale d'Administration (ENA) mezunudur. Psikanalizle edebiyatı harmanladığı kitaplarında çeşitli sanat eserlerine, tanıklıklara ve yazışmalara dair incelemeler kaleme alır. 2003 senesinde, büyük yazarların son anlarını kurguladığı Hayali Ölümler kitabı, deneme dalında Médicis Ödülü'ne layık görülmüştür. Marilyn Monroe’yla psikanalisti Ralph Greenson arasındaki sıkıntılı ilişkiyi ele aldığı Marilyn, Dernières Séances Goncourt, Interallié, Renaudot ve Femina ödüllerine aday gösterilmiştir. 

Hiç yorum yok:

Linkler

Related Posts with Thumbnails