14 Mart 2012 Çarşamba

Yeni ‘Yıldız Savaşları’ olacak mı?

Kerem Akça, bu hafta vizyona giren filmleri değerlendirdi
Uzayda yaşayan belli ırklar veya ütopik toplumlarla insanların mücadelesine odaklanan, bundan da yeri geldiğinde siyasi, felsefik ve referanslarla dolu evrenler çıkaran bir alan.
Uzay operası filmi, “Yıldız Savaşları” ile bilinse de 1956’da “Yasak Gezegen” ile külliyatımıza girdikten sonra 2009’da “Avatar”ın medeniyet-ilkellik çekişmesinin yönünü ‘avatar olma’ düşüncesinin üzerinden günümüze uyarlamasıyla yenilenen bir alt tür. “John Carter: İki Dünya Arasında” da belli ki James Cameron’ın filminin açtığı yolda, onun ‘hareket yakalama’ odaklı görsel efekt teknolojisiyle ilerlerken fazla engele takılmadan kendi özgün dünyasının tuğlalarını zekice yerleştiren bir bilimkurgu seyirliği sunmayı beceriyor. Sadece alt türün özelindeki ‘destansılık’ düşüncesini yüzde yüz anlamda karşılayamayan yönetmeninden ve John Wayne kıvamındaki kaslı kahraman figüründen çekiyor gibi. Lafın özü “John Carter: İki Dünya Arasında”, alanında “Avatar” kadar günümüze uygun ve felsefik bir noktaya açılamasa da 2000’lerin “Yıldız Savaşları” olma konusunda bir hayli iddialı.
‘Tarzan’ külliyatından tanıdığımız Edgar Rice Burroughs’un ‘A Princess of Mars’ (Mars Prensesi) adlı dergi serisine konu olan, 1912 tarihli kısa bir hikayesinin sinema temsiliyle karşı karşıyayız. “Bir Böceğin Yaşamı” (“A Bug’s Life”, 1998), “Kayıp Balık Nemo” (“Finding Nemo”, 2003) ve “Vol.İ” (“WALL·E”, 2008) ile dikkat çeken Pixar’ın has animasyoncusu Andrew Stanton’ın yönetmenliğinde, gerçek bir ‘destansı bilimkurgu’ örneği karşımızdaki.
Uzayda insan-uzaylı ırk mücadelesini ele alan bir alt tür
Belki tanıtımlardan veya öykünün özetinden yanlış anlaşılabilir, ancak ‘uzay’daki canlılarla mücadeleye girerken mekan olarak orayı kullanan süper kahraman filmlerinden biri değil “John Carter: İki Dünya Arasında” (“John Carter”). Yani ‘Flash Gordon’ ve ‘Superman’ gibi kendini kabul ettirmiş merkezi çizgi roman karakterlerinin bir yenisi sunulmuyor burada. Aksine Disney’in 250 Milyon $’lık bütçe ile yapmak istediği zor oluşturulabilecek bir evreni ‘uzay operası filmi’nin içinde canlandırmak. Tabiri caizse George Lucas’ın 1977’de “Yıldız Savaşları” (“Star Wars”) ile gerçekleştirdiği ‘hayal’in bir benzerini tuvalde görmemizi sağlamak.
Bu da “John Carter: İki Dünya Arasında”nın belli klanların birbiriyle çatışmasıyla yönetilen imparatorluk veya padişahlığa yakın bir düzenin inşaatına kafa yormasını sağlamış. En kısa tanımıyla onlardan ‘baskın’ olanın tahtı ele geçirdiği ‘mars’ ya da ‘uzay’ portresinden çıkan ‘kendi özgü kuralları olan bir vizyon’ burada izlediğimiz. Uzay operası dediğimiz, evrenin farklı bölgelerinde, genelde bir zemin üzerinde yaşam süren ırkları ve onların mücadelelerini öne çıkaran, araya da bizi temsilen birkaç insan sokan bir alt türdür. Bu alanın içinde gördüklerimizin, gerçekliği kesin olmadığı için ‘soap opera’ (pembe dizi) ile akrabalık kuran bir ‘gerçek dışı’ dokuyla servis edildiği bilinir
“Avatar”ın etkisini her açıdan taşıyor
1956 tarihli “Yasak Gezegen” (“Forbidden Planet”) ile Hollywood’daki A sınıf yolculuğuna başlayan bu alan, oradaki Shakespeareyen zemini veya robot teknolojisinin yenilikçi yapısını kullanmıyor burada. Hatta “Yıldız Savaşları”nın da teknolojisine çok yakın durmuyor. Filmin sadece savaş sahneleri, destansı dokusu, kovalamaca sahneleri, düello sahneleri ve mekan tasarımlarıyla Lucas’ın fenomeninden aldıkları dikkat çekerken, ırklar açısından da kaynağına ‘sadık’ durduğu gözüküyor.
Ancak daha ziyade “Avatar”ın (2009) yeni nesil, Matrix jenerasyonuna uygun uzay operası filmi geleneğinden beslenmiş “John Carter: İki Dünya Arasında”. ‘Bu da ne demek?’ diye soracak olursanız, şu cevabı verebiliriz: Filmin artık eskiyen, 1980’lerde tavan yaptıktan sonra geriye çekilen ve yerini ‘bilgisayar zihni’ne bırakan robot teknolojisinin tamamen ortadan kalktığı ‘bilimsel gelişmeler’le hareket ettiği çok açık. Bunun arkasına insan-yerli mücadelesinde “Maymunlar Gezegeni”vari (“Planet of the Apes”, 1968) bir keskinlik bulundurmaması ve elbette “Avatar”ın hareket yakalama teknolojisinden çıkardığı ‘uzaylı yaratık’ devriminin bir yenisini içinde barındırması da eklenebilir.
Bu açılardan teknolojik bir cümbüş bizleri bekliyor, bunu inkar edemeyiz. Ancak “John Carter: İki Dünya Arasında”nın, kaynak aldığı hikayenin 1900’lerin başında yazılması sebebiyle iç savaş emektarı bir askerin ya da kovboyun izini sürmesi, geri kalmış bir milliyetçi bilinci beraberinde getirmiş. Fakat buradan çıkan metinsel sonuçla anti-militarist bir damarın filizlendirmesi, western türünün ilk dönemindeki ‘İç Savaş western’i’ furyasına darbe vurmasını sağlamış. Hatta bu melez omurgayla “Kovboylar ve Uzaylılar” (“Cowboys & Aliens”, 2011) ile akrabalık kuran film, ondaki ‘B sınıf’ öğelerden de özellikle uzak durmuş.
Kahraman tercihi, temasal açılımları ve savaş sahneleriyle eleştirilebilir
1800’lerin sonunda geçen H.G. Wells eserlerinde gözüküp şimdi zamanı dolan steampunk görünümlü icatları da çok fazla kullanmaması, geçtiği döneme rağmen sevindirici bu alt tür ürününün. Zira bir anda belli bir ‘büyülü obje’ sayesinde ışınlanabilme fikriyle, uzay operası alt türünün efsanelerinden ‘Star Trek’ (1966) serisinin hakim bir motifini hatırlattığı görülebiliyor “John Carter: İki Dünya Arasında”nın. Yeniden doğum, reenkarnasyon gibi temalar fazlaca ‘mars’ ile ‘19. Yüzyıl ABD’si’ arasında mekik dokurken, paralel evren kavramının sanki sonraki filmlere saklanarak dışarıda bırakılması, filmin seriye dönüşmesi halinde ilerleyen dönemde bu 2000’lerin okumaya açık popüler kelimesine aşina olacağını kanıtlıyor.
Andrew Stanton imzalı eser, sanki ‘uzay operası filmi’ formülünden veya yarattığı dünyadan değil de kullandığı ‘John Wayne’vari kaslı kahraman prototipinin eskiliğinden bir ‘gıdım’ çekiyor gibi. Bu da onun; ‘aksiyon-macera’ iskeletinde bir noktaya kadar yükselip “Avatar”ın hasarlı olduğu ‘seviye’nin biraz altında tıkanmasını sağlarken, ‘Conan’vari karakter kartonluğunu da bir yere kadar idare etmesini mümkün kılıyor. Bunun yanında Stanton’ın destansı sahnelerdeki ‘özen’inden ziyade efektlerin ihtişamını hissettirmesi de çıtayı yükseklere koymasını engellemiş. Uzayda geçen bir ‘Yüzüklerin Efendisi’ne (‘The Lord of the Rings’) açılma arzusunun hiç harekete geçmemesi bunun en önemli nedenlerinden.
Medeniyet uzayda gelişiyor
Fakat nihayetinde kendi dilini konuşan yaratıklardan melez uzaylılara, telekinetik güce sahip insan kılıklı ötekilerden devasa hayvanlara ve hatta John Carter’ın medeniyet konusunda western sularının dışına çıkmasına kadar gerçek bir metinsel motivasyon da salgılıyor “John Carter: İki Dünya Arasında”. 19. Yüzyıl dünyasını mavi filtreyle kavrayıp ‘yapay’laştırırken, marsı ise ‘çölün toz rengi’ni diyaframı kısıp içeriye geçirerek fazlasıyla ‘doğal’ hale getiriyor. Dünyanın gerçeğinin o yöne kaydığını vurgulamak isterken uzay operasındaki ‘icat’ların gelişmişliğini öne çıkarıyor.
Film sinemaskopta oluşturduğu farklı ve özgün uzay operası evreniyle ise ‘robot’suz, yeni ‘teknoloji’ ürünlerinin katkısıyla zaman zaman altı filmlik ‘Yıldız Savaşları’ serisi, “Dune” (1984) ve “Riddick Günlükleri” (“The Chronicles of Riddick”, 2004) nostaljisi yaratırken alt türün yeni milenyumdaki çöp şubesi “Serenity”nin (2005) bir hayli uzağında konuşlanıyor. Taylor Kitsch ise sırıtmadan duruma ayak uyduruyor ve ilkellik-medeniyet çekişmesinde bunlardan ikincisini seçerek Sanayi Devrimi eşiğinin ‘paralel evren’de atlanmasına öncülük ediyor. Tabii son bir not olarak westen-bilimkurgu kırması ürünler içinde kendine özgü bir ‘İç Savaş western-bilimkurgusu’ füzyonu oluşturduğunu da ekleyelim “John Carter: İki Dünya Arasında”nın.
FİLMİN NOTU: 6.5
Künye:
John Carter: İki Dünya Arasında (John Carter)
Yönetmen: Andrew Stanton
Oyuncular: Taylor Kitsch, Lynn Collins, Samantha Morton, Mark Strong, Willem Dafoe, Thomas Haden Church
Süre: 132 dk.
Yapım yılı: 2012


Kaynak - Habertürk

Hiç yorum yok:

Linkler

Related Posts with Thumbnails